Adnan Binyazar

Balarısı

25 Aralık 2020 Cuma

Yıllarca bir lokantada çıraklık yaptım. Elazığ’ın küçük bir beldesi olan Ağın’da ilkokula üçüncü sınıftan başlatıldığımda on dört yaşındaydım. Öğretmen, doktorun oğlu Fahri Özer’in sırasına oturttu beni. “Doktor” diyorsam gözünüzün önüne günümüzün doktorları gelmesin. O güleç yüzlü yaşlı, kış aylarında nüfusu bini aşmayan beldenin karanlık odalarından birini dükkân eylemiş, kuru otlardan oluşturduğu merhemlerle yaraları iyileştiriyordu.

Fahri’yle ben, sınıfın iki çalışkan öğrencisiydik. Benim bilmediğimi o, onun bilmediğini ben tamamlardım. Aramızda yarış yoktu. Okuldan çıktıktan sonra doktorun okula yakın evinde bir odaya çekilir, öğrendiklerimizi yinelerdik.

Cennet

Bir hafta sonu, Fahri, beldenin yakın köylerinden Grani’ye birlikte gitmemizi önerdi. Onu yollara yalnız düşürür müydüm hiç, hemen kabul ettim. Şakalar yaparak, şarkılar söyleyerek bir saat içinde köye varmıştık.

Sık ağaçları, kaynak suları, bin bir renkli kuşlardan yansıyan sesleri, bir süre sustuktan sonra, binlercesi yeniden başlayan ağustosböceği çığırtılarıyla orası köy değil, sanki cennetten bir köşeydi.

Araya o güne değin duymadığım hoş bir vızıltı karışıyordu.

Sesin nereden geldiğini Fahri’ye sordum. Beni aldı, yanına fazla yaklaşmamam uyarısında bulunarak, ak toprakla sıvanmış boruya benzer peteklerin yanına götürdü. Her borunun önünde bir delik açılmıştı. Binlerce arı, kanatlarının altında ağırlıklar varmış gibi bir uçuşla o deliklerden içeri girip çıkıyordu.

Bal

Öğle yemeğine oturmuştuk. Masada yemeklerin yanında ağzı kapaklı bir sahan da vardı. Sıra ona gelip kapak kaldırılınca büyüleyici bir koku yayıldı. Fahri “İşte, o vızıldayanların yaptıkları!” dedi. O güne değin bal görmemiş değildim ama öyle hoş bir kokuyu ilk duyuyordum. Shakespeare’in deyimiyle “Ömrüm güze erişti, sararmış yapraklara döndüm.” O günden sonra nice ballı sofralarda yerim oldu. Ne o kokuyu aldım ne o tadı buldum...

Anılara sığındığım günlerin birinde, Facebook’una yerleştirdiği bilgileri bana iletme inceliği gösteren coğrafya biliminin emekli profesörü Emrullah Güney’in Einstein’ın şu sözünü öne çıkardığını gördüm:

Tarımı ihmal eden ülke intihar ediyor demektir. Gelişmiş ülkelerin semalarında ne kadar uçağın uçtuğu değil, ne kadar çok arının uçtuğu önemlidir. Eğer arılar ölürse sonraki yıllarda insanlar da ölür.

Güney, onunla da kalmamış, Türkiye’nin neredeyse seksen yıldır bir türlü denge tutmaz durumunu düşünmüş olmalı ki halkın erdemli düşüncesinin ürünü “Bayırda bağını, evinde sağımını, bahçede arını eksik etme!” Konya atasözünü de eklemiş...

Uyan, insan!

Ovada yeşilliklerini, gölde ördeklerini, ağaçta börtü böceğini, çiçek tarlalarında arılarını, otlaklarında sığırlarını, koyununu, keçisini, oyun alanlarında çocuklarını yitirdi Anadolu toprakları...

Toprak kirlendi, denizlerin yüzülecek kıyıları çöplüklere döndü; nerede kaldı dağ başlarının o yürek ferahlatan havası, yiyeceklerin katkısızı...

Virüs belası, genç yaşlı demeden önüne gelen nice değerleri silip süpürüyor...

İnsanlık, eski Yunan tragedyalarındakine benzer acılarla kıvranıp umut yitimine uğradı...

Buğdayımız, arpamız, pirincimiz dışarıdan gelirse, besinimiz dondurulmuş yapay yiyecekler içecekler olursa, söyle, bu lanetlenmiş besinlerden nasıl kurtuluruz?

İnsanoğlu, iş sende bitecek. Tek kurtarıcın, iraden, erdemin, hünerli buluşların, dünyayı değiştiren yaratıcı gücün olacak!..



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Benlik arayışları 19 Nisan 2024
Romeo ve Juliet 12 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları