Ahmet İnsel

Faşizmin sıradan yüzleri

17 Aralık 2016 Cumartesi

Ünlü İtalyan sinema yönetmeni Ettore Scola, 1980’lerde verdiği bir söyleşide, “İtalya’da faşizm rejim olarak elbette süpürüldü ama günlük psikoloji olarak faşizm ölmedi” diyordu. Faşizmin gündelik, sıradan yaşama yansımaları ve ondan beslenmesini en iyi anlatan filmlerden biri, Scola’nın yönetmeni olduğu, 1977’de gösterime giren, Özel Bir Gün’dür. Kitle iletişim araçlarıyla ya da açık zorla dayatılan bir ideolojinin nasıl zihinleri körelttiğini, kitlenin nasıl erkek egemen, savaşçı, kindar sloganlarla bir kişide temsil edilen mutlak güce tapar hale getirildiğini, bir gün içinde ve bir binada yaşananların sıradanlığı içinde anlatır. Karşılıklı dairelerde oturan iki komşu (Marcello Mastronianni ve Sophia Loren) ve kapıcı arasında geçer film. Filmin en ünlü cümlesi, faşizmin tabandan gelen yanını temsil eden kapıcının, faşizmin salgıladığı anne ve evinin kadını rolünü benimsemiş kadına, gizemli bir heyecanla görüşmeye başladığı komşusunun antifaşist olduğu için işten atıldığını söyledikten sonra gelir. Günlük yaşamının sıradanlığını faşizmin yarattığı heyecanla telafi eden ve rejime bağlılığı ideolojik olmaktan çok dindarlığıyla alakalı olan kadın, yanına gelen erkeği bu kez aşağılamayla karşılar. Erkeğin ağzından şu sözler dökülür: “Uzun sözün kısası, hep sonunda genel kanaate katılınıyor.” O günün akşamında erkek Sardunya’daki kampa götürülmek üzere evinden alınır.
İtalya’da faşizm üzerine dikkat çeken yeni çalışmalardan birinin yazarı tarihçi Emilio Gentile, “Aniden Faşizm” başlıklı bu kitabında, Roma üzerine yürüyüşün aslında, Mussolini dahil olmak üzere, nasıl beklenmedik bir başarı olduğunu anlatıyor. Diğer taraftan, kitabının girişinde, 1960’larda İtalyan tarihçi Nino Valesi’nin bir sorusunu aktarırken faşizmin alttan, toplumun sıradan üyelerinden beslenen yanına dikkat çekiyor: “Roma üzerine yürüyüş, önemsiz nedenlerin geçici ve alışılmamış bir birikiminin mi, yoksa yüzyıllar sürmüş despotizm nedeniyle İtalyanlarda derin kök salmış bir kötülüğün, başkaldırmaya alışmanın, medeni yurttaş duygusu eksikliğinin, hangisi olursa olsun iktidarı kazıklamanın, devamsızlığın, ahlak bozukluğunun mu sonucudur?”
20. yüzyıl faşizmleri her ülkede farklı biçimlerde gelişti. Ama hepsinin özelliği, içinden geldikleri toplumda bulunan bir ideolojik malzemeyi ve bazı nitelikleri kullanıp bunları kitleselleştirmeleriydi. Örneğin İspanya’da Franko faşizmi, Katolikliğin en yobaz, en gerici kanalından beslenerek bir milliyetçi- Katolik ideolojiyle yıllarca hükmetti. Çoğu yerde faşizmler elit düşmanlığını, kaybolmuş bir şanlı geçmişin yeniden diriltilmesi hülyasını, savaşçılığı körüklediler. Ülkede egemen olan dinin en erkek egemen, otoriteye biatı teşvik eden, farklılığa düşman olan yönlerini kışkırtarak, güçlerini pekiştirdiler. İçinden çıktığı toplumun, Nino Valensi’nin işaret ettiği gibi, aslında en ahlaksız yönlerini kışkırtıp insanın içindeki kötüyü dışarıya vurmasını ve bunun ortak değer ve kanaate dönüşmesini sağladılar. Güç yoksunluğu bunalımları yaşayanlara güce tapınarak güçlü olma hissi verdiler.
20. yüzyıl faşizmlerinin toplumları götürdüğü yeri biliyoruz. 21. yüzyıldaki benzerlerinin de içinden geldikleri toplumları benzer yerlere götürecek olmaları kuvvetle muhtemel. Sonra belki bizden sonraki kuşaklar “neden gene oldu” diye soracaklar ama olan bir kere daha olmuş olacak.
Aslı Erdoğan, yanılmıyorsam kendisine dava açılma ve tutuklanma gerekçelerinden biri olarak gösterilen Mayıs 2016’da yayımlanmış Faşizm Güncesi başlıklı yazısını şöyle bitiriyordu: “İleride belki bu günlere dönüp baktığımızda, ‘biz aslında faşizmi çok sevmiştik’ diyeceğiz, yepyeni boyalarla kapatırken bir kuklanın derin yara izlerini...”
Nino Valensi’nin İtalya için sorduğu soruları biz de sorabiliriz.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bir otokrat prototipi 1 Eylül 2018
Kayırma ekonomisinin bedeli 28 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları