Alev Coşkun

Din devletinin yıkılışı, ulus devletin zaferi

03 Mart 2022 Perşembe

Karşıdevrimci iktidarların 70 yıldır saldırdığı üç temel devrim, gücünü Atatürk’ten, Türk aydınlanmasından alıyor.

9 Eylül 1922, Milli Mücadele’nin zaferle bittiği tarihtir. Üç buçuk yıldır süren Kuvayı Milliye başarıya ulaşıyor, işgal orduları vatan topraklarından sürülüp atılıyordu.

SORULAR

Kuvayı Milliyeciler zafere ulaşmışlardı ama bundan sonra ne yapacaklardı? Osmanlı Devleti devam mı edecekti? Padişah kim olacaktı? Hilafet makamı için ne düşünüyordu? Batı dünyası bu sorulara yanıt arıyordu.
9 Eylül 1922 ile 3 Mart 1924 arasındaki zaman dilimi bir buçuk yıldır. Bu süre içinde üç büyük devrim gerçekleşti. Birinci devrim, saltanat tacı ile ilgilidir. Padişahlık kurumu “ilga edildi” (kaldırıldı). (1 Kasım 1922) Osmanlı saltanatı, padişahlık, tarihin derinliklerine gönderildi. Padişahın saltanat tacı onun başından alınıp, halka verildi. Bu durum, 9 Eylül 1922 zaferinden sadece 51 gün sonra, 1 Kasım 1922’de gerçekleşti.
İkinci devrim, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in ilanıdır. 9 Eylül 1922 zaferinden bir yıl 50 gün sonra gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyet’in ilan edilmesi başlı başına büyük bir devrimdir.
Üçüncü devrim, 3 Mart 1924 kararlarıdır ki Cumhuriyetin ilanından 4 ay sonra gerçekleşmiştir. 3 Mart 1924’te üç kanun kabul edildi:
- Mahalle mektepleri ve medreseler kapatıldı.
- Eğitimin çağdaşlaşması ve kız-erkek ayrımı yapılmadan eğitim birliğini, sağlanmasının yolu açıldı.
- Şeriye ve Evkaf Bakanlığı ile halifelik makamı kaldırıldı. Din devleti tarihin derinliklerine gönderildi.
İşte bugün bu büyük devrimin 98. yıldönümüdür. Cumhuriyet kazanımlarının en büyük devrimidir.

NASIL GERÇEKLEŞTİ?

1 Kasım 1922’de Osmanlı padişahlık makamı kaldırılmış ancak halifelik makamı korunmuştu. Osmanlı soyunun en yaşlı üyesi Abdülmecit, Meclis tarafından halife olarak seçilmişti. Halifelik makamının korunması, kimi din adamlarını harekete geçirmişti. Milli Mücadele karşıtı “Teali-i İslam Cemiyeti” başkanı İskilipli Atıf Hoca, İslam Yolu adlı kitabında halifeliğin koşullarını ayrıntılarıyla anlatıyor ve halifenin “Peygamberin vekili ve halkın padişahı” olduğunu, dolayısıyla din işleri yanında dünya işlerine de bakması gerektiğini savunarak şunları söylüyordu: “Halife, Peygamber Efendimizin vekili olup, halkın dini ve dünya işlerine bakan ve onu idare eden umum (genel) reistir”.
İskilipli Atıf Hoca’yı Afyon Milletvekili İsmail Şükrü Hoca (Çelikalay) izledi. Şükrü Hoca ise Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi adlı kitabında “Halife Meclis’in, Meclis Halifenin” sloganını işleyerek ve “Yasama ve yürütme işlerini, halifemizin taşıması yani devlet işlerinin ve devletin geleceğinin halifenin onayına sunulması zorunludur ve şeriatın gereğidir” diyerek halifeyi devlet başkanı, Meclis’i de onun bir danışma kurulu kabul ediyordu.

‘BENİ ÇOK ÜZÜYOR’

Dışarıda başlayıp Meclis’in içine kadar uzanan bu tartışmalar, Mustafa Kemal’i rahatsız ediyordu. Nitekim, Lozan’da görüşmelerde bulunan İsmet İnönü’ye 26 Aralık 1923 tarihinde gönderdiği mektupta bu kişileri “mürteci (gerici) olarak niteliyor. Atatürk, şunları yazmış:
“Sağlığım iyidir. Meclis’te bazı cereyanlara karşı daima uyanık ve izleyici bulunmak mecburiyeti beni çok üzüyor. (...) Halifeye saltanat hukuku vermek hevesinde bulunan mürtecilerin için için girişimleri beni çok sinirlendiriyor.” (ABE, C.14, s.201)

Atatürk, 1923’ün ocak ayında vatandaşlarla görüşmek için bir yurt gezisine çıktı. Toplantılarda halifeliğe ilişkin olarak kendisine yöneltilen sorulara Mustafa Kemal, “halkın egemenliğine hiç kimsenin” karışmasına izin verilmeyeceğini belirtti. Halifelik makamının sürdürülmesinin yararlı olup olmayacağı üzerine sorulan sorulara: “Bütün İslam dünyasını tek bir noktadan yönetmeye artık olanak bulunmadığını ve “kendimizi dünyanın hâkimi sanmak düşüncesizliğinin” bırakılması gerektiğini anlattı.

HALİFENİN DAVRANIŞLARI

Halife seçilen Abdülmecit, bu makamda bir yıl beş ay kaldı. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilince ortaya tuhaf bir durum çıkıyordu.
Ankara’da bir hükümet, bir Meclis ve bir Cumhuriyet egemenliğini sürdürüyor, İstanbul’da da Müslümanların lideri unvanıyla Abdülmecit, halifelik makamında oturuyordu.
Halife, İstanbul’da basın açıklamaları yapıyor, törenlere katılıyor, İstanbul’a gelen kimi milletvekillerini kabul ediyor, ayrıca kendisine devlet bütçesinden yapılan ödeneğin artırılmasını da istiyordu.

HALİFE'NİN İSTEKLERİ

Halife Abdülmecit, Ocak 1924’te temsilcisini başkent Ankara’ya göndererek ilave isteklerde bulundu. Başbakan İsmet İnönü, bu istekleri o sırada İzmir’de bulunan Atatürk’e telgrafla bildirdi.
Atatürk 23 Ocak 1924 tarihinde Başbakan İnönü’ye gönderdiği telgrafta konu ile ilgili olarak şöyle diyordu:
“... Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, var olan ve korunan Halife ve halifelik makamının gerçekte ne dinen ne de siyaseten hiçbir mana ve varlık nedeni yoktur...
Türkiye Cumhuriyeti, safsatalarla, varlığını ve bağımsızlığını tehlikeye atamaz... Hilafet makamı, bizce en sonunda tarihsel bir hatıra olmaktan fazla bir öneme sahip olamaz.” (ABE, C.16, s.190)

ÜÇ TASARI

Bu geniş girişten sonra, 3 Mart 1924’te Meclis’te kabul edilen üç devrim yasasına geçebiliriz. Bu üç yasanın temelleri şöyle özetlenebilir. Bu üç tasarı şöyledir:
1) Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşının tasarısı: Halifeliğin kaldırılması ile Osmanoğulları soyundan olanların Türkiye dışına çıkarılması.
2) Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve 57 arkadaşının tasarısı: Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye: Umumiye Vekâleti’nin kaldırılması.
3) Saruhan (Manisa) Milletvekili Vasıf Çınar ve 57 arkadaşının tasarısı: Tevhid-i Tedrisat (Öğrenim Birliği) Yasası.
Bu tasarıyı da Yunus Nadi, Celal Nuri İleri, Kılıç Ali, Cevat Abbas, Şükrü Kaya, Recep Peker, Hacim Muhittin Çarıklı gibi devrimci Kuvayı Milliyeciler imzalamıştı.
Halifeliği kaldıran yasa tasarısının gerekçesinde, “Türkiye Cumhuriyeti içerisinde halifelik makamının bulunmasının Türkiye’yi iç ve dış siyasette iki ‘başlı’ olmaktan kurtaramadığı” belirtilmişti. Bağımsızlığında ve siyasal hayatında ortaklık kabul etmeyen Türkiye’nin “açık ya da gizli” böylesi bir ortaklığa tahammülü olmadığı ve imparatorluğu çöküntüye sürüklemiş bir hanedanın “halifelik elbisesi” altında güçlerini devam ettirmesinin ülke için artık bir tehlike doğurduğuna işaret edilmişti. Ayrıca, halifeliğin aslında İslamın ilk dönemlerinde “hükümet” anlamında kurulduğu, günümüzde dünya ve din işlerinin tümünü yüklenmiş olan hükümetlerin yanında ayrı bir halifelik makamının yeri olmadığı vurgulanmıştı.
Bu yasalar üzerindeki görüşmeler ve tartışmalar Meclis’te beş saate yakın sürdü.

ADALET BAKANI SEYİT BEY’İN KONUŞMASI

Adalet Bakanı ve İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Seyit Bey, çok önemli bir konuşma yaptı. Halifelik kurumunun gelişme aşamalarını irdelediği konuşmasında, Hz. Peygamber’in bir hadisini okudu. Hadiste şöyle deniliyordu: “Benden sonra halifelik otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata döner.” Bu hadisin okunmasından sonra Seyit Bey, halifeliğin şeriat açısından niteliklerini de sergileyen açıklamalarda bulundu. Seyit Bey, fıkıh kitaplarında “İmamın, peygamberin kabilesi olan Kureyş’ten olması” gerektiğinin yazıldığını da sözlerine ekledi.
Hilafetin kaldırılışı çok büyük bir devrimdi. Tüm dünyada büyük yankılar yaratmıştı.
Osmanlı Devleti’nde halifelik, sadece dinsel değil, dünyasal, günlük yaşam ve devlet işleriyle ilgili bir makamdı. Halife, İslamda “devlet başkanı” demekti. Kurtuluş Savaşı’nda, işgalcilere ve emperyalistlere hizmet etmiş olan bu ortaçağ kurumu, Cumhuriyet adı verilen çağdaş yönetim sistemiyle birlikte olabilir miydi?

ŞERİYE VE EVKAF BAKANLIĞI

Laiklik ilkesi yönünden Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin (Bakanlığı) kaldırılması çok önemlidir. Bu bakanlık, Osmanlı Devleti’nde Kuran ayetlerine, naslara dayanan ve adına kısaca şeriat denilen din kurallarının uygulanmasına ilişkin son derece önemli bir bakanlıktı. Alınan kararların şeriata uygunluğunu denetliyordu. Bu yasa ile aslında laiklik tanımlanmış ve işlerlik kazandırılmıştır. Yasa açık ve yalın olarak şöyle diyordu: “Topluma ait işlerle ilgili yasama ve yürütme yetkisi TBMM ile hükümetinindir. Dine ait işlemlerden sorumlu kurum ise Diyanet İşleri Başkanlığı’dır.”
Böylece devlete, topluma ait işlerle din işleri birbirinden ayrılıyordu. Ayrıca, günlük yaşama ait tüm işlemlerin şeriatın süzgecinden geçirilmesine de son veriliyordu.
Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası ile eğitim, şeriat kurallarının pençesinden kurtarılıyor, çağdaş eğitim kurallarına yöneliniyordu. Öğretim Birliği Yasası ile Osmanlı Devleti’ndeki eğitim ikiliğine son veriliyordu. Dinsel konuları ve şeriatı temel alan eğitim yerine eleştirel aklı öne çıkaran, çağdaş eğitim hedefleniyordu. İşte bu nedenlerle bu üç yasa, laik Cumhuriyet’in kuruluşunun en önemli üç temel yasasıdır. İşte bu nedenle 3 Mart 1924 çok önemlidir.

AKLA DAYALI ÇAĞDAŞ EĞİTİM

Öğretim Birliği Yasası’nın kabul edilmesiyle dine dayalı eğitim ve öğretim kaldırılıyor, akla dayalı, ulusal ve laik eğitim-öğretim başlıyordu. Türk toplumu ortaçağ karanlığından kurtulmak için çağdaşlaşma yolunda ileri adımlar atıyordu. Bu üç temel yasadan sonra devrimler ve dönüşümler birbirini izledi. Ortadoğu ve İslam coğrafyasında Türk Aydınlanması gerçekleştirildi. Atatürk’ün önderliğinde, Türk Aydınlanması laik ilkelere dayalı, birbirini tamamlayan devrimlerle yürütülmüş, devletin, hukukun, kültürün ve eğitimin laikleşmesi sağlanmıştır. Bu yasalarla, din devleti, şeriat devleti yıkılıyordu. Dine dayalı Mahalle Mektepleri kaldırılıyor, eğitim ve öğretim birliği kuruluyordu.

ATATÜRK’ÜN DEĞERLENDİRMESİ

...Bu yasaların kabul edilmesinin Türk siyasal ve toplumsal yaşamındaki etkilerini Atatürk, Söylev’de şöyle belirtmiştir:
Bu yasalarla:
a) Türkiye Cumhuriyeti’nde, halkın işleriyle ilgili yasaları yapmaya ve yürütmeye yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükümetin yetkili olduğu saptandı; Şeriye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı.
b) Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandı.
c) Halifeliğe son verildi ve halifelik sorunu kaldırıldı.
Atatürk, halifeliğin kaldırılışı kadar Eğitim Birliği’nin kurulmasına da çok önem vermiştir.
Bu nedenle bu yasanın uygulanmasına geçildiğinde, bir yurt gezisinde Rize’de kendisinin önüne çıkarak medreselerin yeniden açılmasını isteyen iki müftüye Atatürk şöyle yanıt verdi: “Şimdiye kadar geri kalmamızda en büyük etkenin ne olduğunu biliyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacaktır. Bu adamlar burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” (Belleten, 18.9.1924, 211, s.1169; Ş. Turan, a.g.e. s.70)


BASINLA KRİTİK GÖRÜŞME

Cumhuriyetle çelişen halifelik ve saltanat tartışmaları karşısında Mustafa Kemal İstanbul gazetelerinin başyazarlarını İzmir’e davet etti ve kendileriyle görüşmeler yaptı. 4-5 Şubat 1924 tarihinde, Göztepe’deki köşkte gerçekleşen bu görüşmelerden alınan bir iki paragrafı, Atatürk’ün düşünce ve mantık çizgisinin nereye ulaştığını göstermesi açısından aşağıda vereceğiz:
“... Büyük, önemli bir inkılap oldu... Milletimizce demokratik bir hükümet kuruldu...
Türk tarihinde bir cumhuriyet devri açıldı. Saltanat taç ve tahtı parçalandı. Milletin uyanıklığına, milletin ilerleme ve gelişme yeteneğine güvenerek milletin kararından asla şüphe etmeyerek cumhuriyetin bütün gereklerini yapacağız.”

BU NASIL CUMHURİYET?

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmişti ancak ilan edilen bu Cumhuriyete tüm dünyada kuşkuyla bakılıyordu. Bu nasıl bir rejimdi? Bir askeri yönetim mi, yoksa bir din devleti mi?
Atatürk, basınla yaptığı bu konuşmada “Cumhuriyet’in bütün gereklerini yapacağız” derken tüm dünyada oluşan bu kuşkulara da yanıt veriyordu.

İZMİR’DE KOMUTANLAR TOPLANTISI

Bu durumlar sürerken 1924 yılı şubat ayı ortalarında (15 Şubat-22 Şubat) İzmir’de komutanların katıldığı “Harp Oyunları” toplantısı yapıldı. Bu toplantıya Başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Milli Savunma Bakanı General Kâzım Özalp de katılmışlardı. Bu toplantıda kuşkusuz tüm siyasal gelişmeler ve Halifelik konusu üzerinde de duruldu. Laik düzene geçiş yolunda Halifeliğin kaldırılması üzerinde uzlaşmaya varıldı.

İSLAM DİNİ VE POLİTİKA

Atatürk, 1 Mart 1924’te Meclis’i açış konuşmasında, olabilecekleri haber vermişti. Atatürk şöyle diyordu: “İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği şekilde, bir politika aracı konumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gereğini görüyoruz. Kutsal ve dini inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, her türlü çıkar ve ihtiraslara giriş sahnesi olan politikalar ve politikanın bütün kısımlarından bir an önce kesin biçimde kurtarmak zorunludur. Ancak bu suretle İslam dininin yüksekliği belirir.” (TBMM Tutanak, Devre II, Cilt VII, s. 3-6)

ATATÜRK’ÜN HALİFE OLMASI İSTENİYOR

Meclis üyesi din bilginlerinden Antalya Milletvekili Rasih Hoca, Kızılay kurulu adına görevli olarak Hindistan ve Mısır’a gitmiş ve bu uzun gezisinden yeni dönmüştü. Rasih Hoca, gittiği ülkelerde Müslüman halkın, Atatürk’ün halife olmasını istediğini ve bu isteğin Atatürk’e ulaştırılması için kendisini de vekil tayin ettiklerini Atatürk’e bildirdi. Bu biçimdeki öneriler yurtiçinden ve Atatürk’ün eski arkadaşlarından da ısrarla geliyordu.
Atatürk, bu öneriye verdiği yanıtta, başka devlet yönetimlerinin altında yaşayan Müslüman halkın halifenin buyruklarını ve yasaklarını nasıl yerine getirebileceğini sordu.

BAĞIMSIZLIKLA BAĞDAŞMAZ

Atatürk kendisine önerilen, halifelik makamını kabul etmeyişinin gerekçelerini Söylev’de şöyle açıklamıştır: “Bütün Müslümanların bağlı olacağı bir halifelik makamının imkânı olamayacağını düşünüyorum. İran ve Afganistan gibi Müslüman devletler halifenin herhangi bir yetkisini tanımayacaklar çünkü böyle bir tanıma o devletlerin bağımsızlıkları ve ulusal egemenlikleriyle bağdaşmayacaktır.”
Ayrıca Atatürk, sömürü yönetimi altında bulunan Müslüman ülkelerle halifelik makamının ilişkilerinin ne olacağı sorusuna da yanıt aramıştı.
“Türkiye’deki bir halife, sömürge altındaki öteki Müslüman ülkelerin bağımsızlığa kavuşmasında ne derece etkili olabilir?” sorusunu sormuş ve sömürge altında yaşayan Müslüman ülkelerin bağımsızlığa kavuşmasına, Türkiye’deki bir halifenin gücünün yetmeyeceğine de dikkati çekmiştir.
Atatürk, “kendimizi dünyanın egemeni sanmak gibi düşüncelerin, Türk ulusunu felaketlere sürüklediğini” belirtmiş ve artık dünyada ulusallığa dayanan yönetim biçimlerinin geçerli olduğuna işaret etmiştir.


SAĞCI İKTİDARLARIN HEDEFİ

Çok partili sisteme geçtiğimiz günden bugüne sağcı iktidarların, ilk iş olarak neden Milli Eğitim Bakanlığı’nı üstlenmek istedikleri, dinin siyasete alet edilerek kullanılmasına yarayacak dinci politikaları öne çıkarmak amacıyla bu üç temel yasayı törpülemek ve delmek için neden gayret gösterdikleri açıktır. Alabildiğine çoğaltılan Kuran kursları, alabildiğine çoğaltılan imam hatip liseleri, alabildiğine çoğaltılan vakıf okulları, 1980 askeri dikta rejiminin kurucusu Kenan Evren ve arkadaşlarının koruması ve kollaması sonucu, çıkardığı yasa ile imam hatip liselerine 1983 yılında üniversitelerin her bölümüne girme hakkının tanınması... İşte devrim yasalarını törpüleyen adımlar... Bugün AKP’nin de yapmak istediği, imam hatip okullarının alanlarının genişletilmesi ve kendi eğitim alanlarının dışına taşmasını sağlamaktır. Her gelen sağcı iktidar bu üç temel yasadan özellikle “Öğretim Birliği Yasası’nı” delmek üzerinde çalışmıştır.
Bugün Türkiye’de 1 milyonu aşan öğrenci imam hatip orta ve lisesinde okumaktadır.
Tekrar 3 Mart 1924’e dönersek, Öğretim Birliği Yasası’nın kabulünden sonra Mustafa Kemal şunları söylemiştir:
“Uygar uluslar önünde saygınlık kazanmak isteyen Türk ulusu, çocuklarına vereceği eğitimi okul ve medrese namında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruma teslim etmeye hâlâ katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretim birleştirilmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette bireylerden oluşan bir ulus yapmaya olanak aramak boş bir uğraş olmaz mıydı?”
Atatürk’ün bu sözleri, dinin siyasete alet edildiği asıl günümüzde geçerliğini koruyor. Şimdi, bugünlere gelirsek, bu verdiğimiz bilgiler çerçevesinde neden imam hatip okullarının açılıp çoğaldığı, neden sağ iktidarların en önemli devrim yasası Eğitim Birliği Yasası’nı delik deşik ettikleri daha iyi anlaşılır.


İKİ BAŞLILIK ORTADAN KALKTI

Bu yazımızda sözünü ettiğimiz bu üç devrim yasası, yeni Cumhuriyet düzeni ve Aydınlanma devrimi açısından son derece önemlidir. Halifeliği kaldıran yasanın gerekçesinde de belirtildiği gibi, halifeliğin kaldırılışı devletin tepesindeki iki başlılığı ortadan kaldırıyordu. Bu nokta genç Cumhuriyet için son derece yaşamsal önemde siyasal bir önlemdi.

İkinci önemli sonuç, dinsel bir kurum olan halifeliğin tasfiyesi, diğer bir deyişle ortadan kaldırılışıyla genç Cumhuriyet’in kurduğu devletin laikleşmesi yolunda çok önemli ve temel bir adım atılmış oluyordu.
Üçüncü önemli sonuç şuydu: Halifeye sadakat ve kulluk yerine artık ulus devlete bağlılık önem kazanıyordu.
Prof. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı önemli yapıtında bu olayı “din devleti” görüşüne karşı “ulus devleti” görüşünün zaferi olarak nitelemektedir. Bu zafer bir kez kazanılınca “çağdaşlaşma yolunda belli bir doğrultuda birbiri arkasından gelecek bir dizi reformun kapısı açılmış oluyordu” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, s. 521).
Asıl büyük sorun olan Saltanat-Hilafet sisteminin ortadan kaldırılmasından sonra, öteki devrimlerin çözüm yolları kendiliğinden açılmıştır. Türk toplumu Avrupa’da 400 yılda büyük savaşlarla gerçekleştirilen Aydınlanma devrimleri sürecine giriyordu. Bir ulusun ortaçağın feodal yapısından Aydınlanma sürecine yükseltilmesi düzeneği, Ortadoğu ve İslam dünyasında ilk kez başlamış oluyordu.

98. YILDÖNÜMÜ

Bugün 3 Mart 1924’ten 98 yıl sonra ne yazık ki bu konularda pek de olumlu bir durumda değiliz. Özellikle çok partili sisteme geçtiğimiz günden beri son 70 yıl içinde Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarların Aydınlanma devrimlerine iyi gözle baktıklarını söyleyemeyiz. En önemlisi, Cumhuriyet devriminin temel yasalarını delmek, işlevsiz bırakmak isteyen güçlere karşı verilecek ortak savaştır. Çünkü Türk Aydınlanmasının temellerini değiştirmek isteyenler giderek güçleniyorlar, örgütleniyorlar, iç ve dış destekçileri var... Ama tarihin gidişi değiştirilemez. Akan su tersine döndürülemez. Temel yasalar gücünü Atatürk’ten, Türk Aydınlanmasından alıyor. Bu tarihsel akıştır... Yüce Türk ulusu bu akışı bilmekte ve içten içe sezinlemektedir. Önünde durulamayacak olan da budur...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İsmet İnönü 25 Aralık 2023

Günün Köşe Yazıları