Ayşe Emel Mesci

Sarsıntı sarsılarak geçilecek

17 Nisan 2023 Pazartesi

Halk Oyuncuları Tiyatrosu’nun Stockholm Nybropaviljongen’deki sahnesinde Yılmaz Güney’in “Hücrem” ve “Selimiye Mektupları”ndan sahneye koyduğum oyunu çalışırken aklıma kazınmış cümlelerden biridir bu: “Sarsıntı sarsılarak geçilecek”...

Güney “Hücrem”de 12 Mart günlerinde Selimiye Askeri Cezaevi’nde kapatıldığı hücrede yaşadığı hesaplaşmayı, çocukluk günlerine kadar geri dönerek anlatır. Avrupa’da tekrar buluştuğumuzda, “Duvar” filminin çekimleri sırasında sohbet ederken yaşadığımız sürprizi unutamam: İkimiz de Selimiye’de merdiven altındaki aynı hücrede kalmıştık! 

İÇTENLİK VE KİŞİSEL BÜYÜ

Herkesin sinemasıyla tanıdığı Yılmaz Güney aynı zamanda güçlü bir kalemdir. “Hücrem”de de kendisiyle hesaplaşan, kendisini acımasızca eleştiren bir aydının, bir sanatçının duygularını ve düşüncelerini tüm içtenliğiyle yazmıştır. Yılmaz Güney sinemasının da edebiyatının da en önemli özelliklerinden biridir bu: içtenlik. 

Büyük bir gözlem gücüne sahip olan Güney, gözlemlerini içtenlikle aktarırken aynı zamanda onları yeniden üretip kendi büyüsünü katan bir sanatçıydı. Yurtdışındayken çıkardığımız “Sanat 87” adlı dergide, Yılmaz Güney’in bir sinema okulunda, arkadaşı ünlü yönetmen Patrice Chéreau’nun daveti üzerine, öğrencilerle yaptığı söyleşinin çevirisinden parçaları yayımlamıştık. Şöyle diyordu Güney o konuşmada: “Tesadüflerin yarattığı sanat olamaz. Sanat bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, heyecanın, tutkunun sonucu var olur. En etkin toplumsal ya da bireysel olayları kendi gerçekliği ve kendi bütünlüğü içinde aktarmak da onun sanat eseri olması için yeterli değildir. Sanatçıya ‘sanatçı’ niteliğini kazandıran şey, onun bilinçli sanatsal eylemi ve yarattığı şeye kattığı kişisel büyüdür. Bir anlamda hayatın sihrini, gizini, hayatın içinde saklı olup da herkesin göremediği şeyi yakalamadan ve onu yeni bir biçimde yaratmadan sanatçı olunamaz.”

BOYNU BÜKÜK ÖLDÜLER

Tiyatroda yolum iki kez kesişti Yılmaz Güney ile. Ne yazık ki ikisinde de hayatta değildi. İlki, yukarıda söz ettiğim “Hücrem” ve “Selimiye Mektupları”ndan 1985’te, Yılmaz Güney’in ölümünün birinci yıldönümünde yaptığımız oyunlaştırmadır. İkincisi ise sinemamızda silinmez bir iz bırakan Yılmaz Güney’in belki de kendi tarifine uyan ilk sanatsal yaratımı olan “Boynu Bükük Öldüler” adlı romanını Ali Berktay’ın oyunlaştırması ile geçen yıl, hem de Adana’da, Adana Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda sahneye koymam oldu.

Yılmaz Güney, bir dergide yayımlanan yazısında “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle verilen cezayı 1961-1962’de Nevşehir Cezaevi’nde çeker. Ve o cezaevi günlerinde yazıp bitirdiği, Yenice köyünü, insanlarını, Yüreğir’i, Çukurova’yı henüz 24 yaşındayken anlattığı “Boynu Bükük Öldüler” romanı 1972’de Orhan Kemal Ödülü’nü kazanır. Kendisi romanı nasıl yazdığını şöyle anlatıyor: “Boynu Bükük Öldüler Nevşehir Cezaevi’nde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince ayak ucuma çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum. Çoğunlukla anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım. (...) Anlattığım insanları tanıyordum, biliyordum ve onları anımsarken gerçekçi ve içten olmaya çalışıyordum.”

Gerçekçilik, içtenlik, hayatın sihrini, gizini yakalayıp onu kendi kişisel büyüsünü katarak yeniden yaratmak... Yılmaz Güney böyle bir sanatçıydı. Onun ilk sanatsal yaratımının sahneye taşınmış halinin 8. Uluslararası Anadolu Tiyatro Ödülleri’nde hem en iyi proje hem de en iyi yönetmen ödüllerine layık görülmesi ayrı bir sevinç kaynağı oldu benim için. Sonra düşündüm. Yılmaz ağabey şu içinden geçtiğimiz dönemi görseydi ne derdi acaba? Aklıma başlığa taşıdığım cümle geldi hemen: “Sarsıntı sarsılarak geçilecek...”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları