Çocukluğumuz! Hem tasasız hem zorlu çocukluğumuz...

23 Nisan 2021 Cuma

Çocukluğumuz önce kırlarda, sonra sokaklarda geçti.

Sapanca’da kırlar da vardı sokaklar da. Sapanca Gölü de vardı. Çırpına çırpına yüzmeye çalıştığımız göl. ( 4-8 yaşları).

Sonra Kandıra. Orada da kırlar vardı. Sokaklardan çok kırlar.

8-12 yaşlarımız Kandıra’da geçti. Sonrası Gebze. 12-15 yaşlarımız. Sokaklar daha çoktu, kırlar daha az.

Bizim çocukluğumuzun geçtiği yerler bugünkü durumunda değil.

Sapanca, Kandıra, Gebze daha küçük ölçekli, daha kırsal bölge yerleşimleri.

Sapanca sokak kültürünü yaşadığımız, sokak derslerini öğrendiğimiz ilk yer.

Okuldan döner dönmez, ayakkabıları, çorapları çıkarıp bahçe duvarından atıp oyuna koşuyoruz. 

Sokak bizim her şeyimiz. Arkadaşlar, oyunlar, koşmalar, kavgalar, ara sıra da göle kaçıp yüzme denemeleri.

Evimizin bahçesinde mısır ekiyorum, horoz yetiştiriyorum. Toprakla, hayvanlarla iç içeyiz.

Yaşamı sokakta öğreniyoruz.

Sokakta büyüyoruz, sokakta gelişiyoruz.

Ceviz ağaçlarından ceviz topluyoruz, çalılıklarda böğürtlen arıyoruz. Akşam evde annemin azarı var: “Ne bu ellerinin hali, git yıka çabuk!”

4- 8 yaşlar: Söylenmeyeni keşfetme, istenmeyeni zorlama dönemi. 

Sokakta isyan etmeyi öğreniyoruz. Bizden istenenleri değil, istenmeyenleri keşfediyoruz. 

Sokak kavgasını öğreniyoruz. Darbelerden korunmayı, hasmı yıldıracak yerlere vurmayı. 

Kir pas içinde eve geliyoruz. Annem her zaman beğenmez bir bakışla karşılıyor. Babamı zaten görmüyoruz. O geç gelir.

***

Kandıra aklımda çok geniş kırlarla kalmış. 8-12 yaşlar.

Dünyayı değiştirme, kendini geliştirme yaşları.

Yaşadığın her şey sana bir şey öğretiyor.

Yaptığın her şey sana bir şey katan deneyim oluyor.

Dere kıyısında geniş kapların içinde küçük kuyruklu balıklar toplardık. Sonra o küçük balıkların kuyruğunu kaybedip kurbağaya dönüştüğünü görürdük. Dere bize ne çok şey öğretirdi. Olta ile balık tutma, ağ atarak derenin içindekileri çekme. 

FARKINDA BİLE OLMADAN ÖĞRENMEK

Bahçesinde büyük hayvanların otladığı mandıraya giderdik. Orada peynir kalıpları, kaşarpeyniri tekerleri olurdu. Bol bol süt. Sütten tereyağı çıkarmak. 

Üretimi öğrenirdik farkında bile olmadan. Doğadaki değişimi görürdük bakarak, dokunarak.

Akrabamız Osman Üsteğmen beni atıyla birliğine götürürdü.

Maksim makineli tüfeğiyle atış yaptırırdı. Parmaklarımın ucunda bastığım mandallarla karşıdaki tozları kaldıran sesleri duyardım. 

Askerlere hayrandık. Subaylara, atlara, üniformalara. 

Mareşal Fevzi Çakmak gelecekti, duymuştuk. Bir sıra çocuk, askerlerin dizildiği yere gittik. Tören subayı izin verdi, sıranın sonunda tek sıra dizildik.

Mareşal birliği denetliyor: “Nasılsın asker?” Askerler gürlüyor “Sağ ol!”, “Nasılsınız?” “Sağol!” Birliğin sonunda bizler çakılmışız, bekliyoruz. Mareşal Fevzi Çakmak bize geldi, hiç durmadan seslendi: “Nasılsınız çocuklar?”, hep birden haykırdık: “Sağ ol!”, “Aferin” dedi, “işte bu memleketin evlatları.”

Tören bitti, biz sevinçten uçuyoruz.

Şehir Kulübü’nde Mareşal’e öğle yemeği veriliyor. İlçenin önde gelenleri de orada: Kaymakam, Jandarma komutanı, maarif müdürü, mal müdürü gibi ilçenin yöneticileri.

Ben babama odacısı Aptullah Efendi ile haber gönderdim, “Ben de Mareşal’i görmek istiyorum.” Babam, maarif müdürü ve başöğretmen, “olmaz öyle şey” demiş. Ben yemeğin verildiği kulübe gittim, odanın kapısında “İçeri gireceğim, Mareşal’i göreceğim” dedim. Önlediler, “Çabuk dışarı çık!” dediler. Ben direttim ve yüksek sesle “Mareşal’i göreceğim, bizi tanıyor, sabah tanıştık” dedim. Gürültüye içerden bir subay geldi, “Burada ne oluyor” diye kızgın bir sesle sordu. “Efendim, çocuk tutturdu, Mareşal’i görmek istiyor” dediler. Subay içeri girdi, yeniden çıktı, bana “Gel bakalım, Mareşal seni görmek istiyor” dedi. Ben subayın arkasından girdim ama babama bakmıyorum, belli ki çok kızdı. Mareşal beni yanına oturttu,

“Gel bakalım, şöyle otur, büyüyünce ne olmak istiyorsun?” dedi. Ben de “General olacağım” dedim. Güldü, “Aferin, işte bu memleketin evlatları asker doğuyor, asker oluyor” dedi.

Bir yerden çikolata getirdiler, bana onu verdi, gene subayla çıktım. Babam bu olayla ilgili hiçbir şey söylemedi, ne onay ne de azar. Öyle bir anım var.

GEBZE’DE ÇOCUKLUK

12-15 yaşlar. Ne çok şey yaşanır o yaşlarda.

“Erik hırsızlığımız” geliyor aklıma. Arkadaşlarımızla gezip tozuyor, serüven arıyoruz. Sokak oyunları da var ama asıl “cesaret-beceri-başarı” erik hırsızlığında. Birinin bahçesine girip erik çalacağız, sonra da ganimeti paylaşıp yiyeceğiz. 

Aslında hepimizin evinin bahçesinde her meyve var. Buradaki çalma değil, bir “cesaret-beceri-başarı sınavı”.

Aramızdan birisi, “Doktorun bahçesinde aşılı erik var” diyor. Hurra, doktorun bahçesine koşuyoruz. Doktor, ilçenin tek doktoru, hükümet tabibi. Bahçeli evinin ön tarafında hasta muayene ediyor. Bahçe arka tarafta.

Ön keşif yapılıyor. Doktor ön tarafta hasta ile uğraşıyor. 

Bahçeye dalıyoruz, ağacı silkeleyip erikleri yere döküyoruz. Yeteri kadar dökülünce toplamaya başlıyoruz ki doktor bey yukarda görünüyor. Eyvah, yakalanıyoruz. Doktor bey beni tanıyor, “Ne oldu çocuklar?” diyor, “bir şey mi kaybettiniz?”. Biz hemen bu söze sarılıyoruz, “Evet, kaybettik de arıyoruz” gibi saçmalıkları geveleyip oradan kaçar gibi gidiyoruz.

İşte, başarısızlık bu. Cesaret var, beceri de var ama başarı yok. Akşam eve geliyorum. Bir çanak erik masanın üzerinde. Anneme “Babam mı göndermiş?” diyorum. Annem “Hayır, doktor bey göndermiş” diyor. Buyrun işte, ders. Terbiye dersi, ahlak dersi, sokağın dersi bu. Çalmayacaksın, isteyeceksin. İyi de tamam da biz çalmıyoruz ki kendimizi sınıyoruz. Ne yapıp, ne yapmayacağımızı anlamaya çalışıyoruz. 

Gebze’de aklımda kalan başka bir konu, sokak kavgalarımız. 

Sokak kavgalarımız, “Sen bizim sokağa giremezsin” gibi sınır savaşları. Bizim sokaklar bizim, onların sokakları onların. Silahlar taşlar ve sopalar. Kimi zaman biz kovalıyoruz, kimi zaman onlar bizi kovalıyor.

Sonuçta bıkıyoruz, uzlaşma arıyoruz. Onlar da bıkmış aslında. 

Görüşme uzlaşma ve barışma ile sonlanıyor. Sonrasında hepimiz arkadaş oluyoruz.

Ama sokak bize ne çok şey öğretiyor.

Dayanmayı, direnmeyi, savaşmayı, barışmayı, çatışmayı, uzlaşmayı.

Kendi gücümüzün sınırlarını öğreniyoruz. Dayanışmanın, birlik olmanın gücünü anlıyoruz.

Sokak karakter eğitimi de yapıyor. Sokakta yaşananlar evlere taşınmıyor, kimse kimseyi şikâyet etmiyor. Yaşadıkların sokağın ortak sırrı. Orada olan orada kalıyor.

ÇOCUKLUĞUN BUGÜNÜ

Çocukluğun bugünü için üzülüyorum.

Sokaklar artık arabaların oldu, sokak kalmadı. Mahalle de kalmadı.

Bizim çocuklarımız sokağı tanımadı, sokak kültürünü alamadı, sokağın derslerini bilemedi.

Bizim çocuklarımız evlerin, apartman dairelerinin çocukları oldular. Dar alanda önlerindeki oyuncaklarla oynadılar. 

Çocuk yuvasına gidenler servis araçlarıyla gidip geldi.

Onların çocukları, bizim torunlarımız ise “ekran”la tanıştı. Televizyonlar, bilgisayarlar, tabletler, cep telefonları hep ekranda onlara bir şeyler anlattı, gösterdi.

Onlar artık “Ekran Çocukları”. Oturdukları yerden her şeyi görüyorlar. Filmler, müzik, iletişim, etkileşim, hepsi ekranda.

Ama “yaşam kültürü” başka bir şey. “Yaşam dersleri” yaşananın içinde.

Çocuklarımız da onların çocukları da bunları bilemeden büyüyor.

Kuzey ülkeleri “Waldenskolan-Orman Okulları” sistemi ile hiç değilse orman düzeyinde doğayı tanımalarına çaba harcıyor.

Ama YAŞAM, bütün bunlardan başka bir şey.

“Yaşamla Öğrenmek”, “Yaşamdan Öğrenmek” eğitimin asıl amacı olmalı. 

Köy Enstitüleri böyle bir eğitim modeli idi. Köyün kalkınmasını istemeyenler, köylünün gelişmesini istemeyenler bu okulların yaşamasını engellediler.

Ama bugün, “çocukluk” başka bir zihinsel planda yaşanıyor.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlayalım.

Ama “ulusal egemenlik” hâlâ yaşıyor mu diye düşünelim.

Çocuklarımız “Yaşam Kültürü”nü alabiliyorlar mı diye kendimize soralım.

Dünyada kutlanan “23 Nisan Çocuk Bayramı”nı armağan edenin büyük Atatürkümüz olduğunu da çocuklarımıza anlatalım.

Andımız, yaşam boyunca rehberimiz olsun...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Özeleştiri?... 8 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları