Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Demokrasinin olmazsa olmazı: Kuvvetler ayrılığı - Prof. Dr. Hakkı UYAR
Çağdaş demokrasilerin temeli
kuvvetler ayrılığına dayanır. Yürütme, yasama ve yargı organlarının
birbirlerinden bağımsız olmaları ve ama birbirlerini dengelemeleri ve
denetlemeleri (check
and balances) esastır.
Kuvvetler ayrılığına dayanan sistemlerin dışında kuvvetler birliğine dayanan sistemler de vardır. Bunun iki türlüsünü görmek mümkündür:
Birincisi yasama ve yürütme yetkisinin, yürütme
organının elinde toplanması şeklindedir. İkincisi ise yasama ve yürütme
yetkisinin yasama organının elinde toplanmasıdır (Meclis Hükümeti Sistemi).
Hatta bazen yasama organı yargı yetkisini de üzerine alabilmekteydi. Bunun
tipik örneği Birinci Meclis’in İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de
üzerine almasıdır.
Meclis Hükümeti sisteminin genel
olarak olağanüstü ve sorunlu dönemlerde uygulandığı görülmektedir (İstisnası
bunu kısmen uygulayan İsviçre’dir). Meclis Hükümeti sistemi, 1792-1975 yılları
arasındaki Konvansiyon Meclisi’nde (Fransa) ve 1920-1923 yıllarındaki Birinci
Meclis’te (Türkiye) uygulandı. 1921 Anayasasına göre yasama ve yürütme yetkisi
TBMM’de toplanmıştı. İstiklal Mahkemeleri eliyle yargı yetkisini de dolaylı
olarak elinde bulunduran Birinci Meclis, kuvvetler birliği sistemini bilinçli
olarak benimsemişti. Bunun felsefi ve kuramsal temellerinin olduğu şüphesizdir.
Atatürk’ün Russo’dan mülhem olarak dile getirdiği kuvvetler birliği meselesinin
tarihsel referans noktası da Fransız Devrimi’ndeki Konvansiyon Meclisi idi.
Ayrıca yakın dönem Türkiye/Osmanlı tarihindeki deneyim de bunu zorunlu
kılmaktaydı. Çünkü yürütme gücünü elinde bulunduran II. Abdülhamit yasama
organı olan parlamentoyu feshetmişti. Vahdettin ise 1918 ve 1920’de iki kez
parlamentoyu dağıtmıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde de İttihatçılar -özellikle
1912 sonrasında- parlamento üzerinde sıkı bir denetim kurmuşlardı. Tüm
bunlardan ders çıkaran Birinci Meclis, kendi üzerinde hiçbir güç tanımadığı
gibi kıskanç bir şekilde bütün gücü elinde toplandı. Bu haliyle durum aslında
-Tarık Zafer Tunaya’nın deyimi ile- bir tür “meclis
diktatörlüğü” idi. Tunaya, bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Diğer bir neden de doğrudan doğruya Meclisin bir şahsın istibdadı
altına girmemesi inancıdır. Bütün kuvvetleri kendinde toplamış olan Meclis, bu
hususta çok kıskançtır. Bu görüşe sahip olanlar, eleştirilerini doğrudan
Mustafa Kemal Paşa’ya yönelttiler ve karşısında muhalefeti oluşturdular.”
Dışarıya karşı bağımsızlık,
içeriye karşı egemenlik savaşı yürütülürken hızlı karar alınabilmesi açısından
Meclis’in kuvvetler birliği ilkesi çerçevesinde gücü elinde bulundurması son
derece doğaldı. İlave olarak Meclis’in egemenliği kayıtsız şartsız elinde
tutması, kendini Padişah-Halife’nin üzerinde konumlaması, ona devrimci bir nitelik de kazandırıyordu.
Nitekim saltanatın kaldırılmasıyla başlayan devrim süreci bunu teyit
etmektedir. Ancak yine de devrimleri yapmak kolay olmadı. Meclis’in gücü ve
tavrı karşısında Mustafa Kemal Paşa devrimleri bölerek/parçalara ayırarak,
zamana yayarak gerçekleştirme yoluna gitti. Saltanat ile Halifeliğin ikiye
ayrılarak kaldırılmasının nedenlerinden biri kamuoyunu hazırlamaksa bir diğeri
de Meclis’i hazırlamaktı. 1924 Anayasa görüşmeleri sırasında kadınlara seçme ve
seçilme hakkı verilmesi konusunda Meclis’in direnç göstermesi karşısında da
kademeli bir sürecin benimsendiği görülmektedir. 1926’da Medeni Kanun ile hukuk
önünde eşitlik sağlandı, ardından kadınlara 1930’da belediye seçimlerinde ve
1934’te milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Tek parti döneminde Meclis’in ağırlığı
sistemde hep var olsa da Meclis üzerinde CHP egemenliği söz konusuydu. Bu durum
DP döneminde de DP’nin egemenliğine dönüştü. Üstelik çoğunluk sistemin
sağladığı ezici üstünlük var olan zayıf demokratik kültürü daha da tahrip etti.
DP’nin Meclis’te sağladığı ezici üstünlük, DP liderlerinin ezici üstünlüğüne
dönüşünce artık yasamanın yürütmeyi kontrol etmesi değil, yürütmenin
(Bayar/Menderes) yasamayı kontrolü ve etkisizleştirmesi söz konusuydu. İlave
olarak DP’nin Meclis’te Tahkikat Komisyonu’nu kurması –komisyona muhalefetten
temsilci alınmaması- ve komisyona yargı yetkisinin verilmesi (hapis, parti
kapatma, gazete kapatma…), yürütmenin gücünü daha arttıran uygulamalardı.
Aslında mantık olarak Tahkikat Komisyonu’nun İstiklal Mahkemeleri’nden bir
farkı yoktu. Ancak hem kurtuluş, kuruluş ve devrim dönemi bitmiş, hem de
demokrasi dönemi başlamıştı. Bu dönemin ruhuna uygun bir uygulama değildi
Tahkikat Komisyonu… Üstelik Birinci ve İkinci Meclis’ler (1920-1927), çok daha
sıkı bir denetim mekanizmasına sahiptiler. 1950’lerdeki gibi yürütmenin
güdümünde değillerdi.
CHP tek parti dönemi boyunca kuvvetler
birliği sistemini savundu. Nitekim parti programlarında da bunu ifade etti:
CHF Programı (1931) 3. Maddesinde,
“Devletin esas teşkilatı: Türk milletinin
idare şekli, vahdeti kuva esasına müstenit olan bugünkü devlet şeklimizdir. Bu
şekilde, Büyük Millet Meclisi, millet namına hakimiyet hakkını kullanır;
Reisicumhur ve İcra Vekilleri Heyeti onun içinden çıkar. Hakimiyet birdir,
kayıtsız, şartsız milletindir. Devlet teşekküllerinin en muvafığı bu olduğuna
Fırka kanidir” denilmektedir.
Dil Devrimi dolayısıyla
sadeleştirilse de 1935 tarihli CHP Programı 3. Maddesi de hemen hemen aynıdır:
“Türk ulusunun yönetim şekli, (Kuvvet birdir) esasına dayalıdır.
Egemenlik birdir; ve bağsız, şartsız ulusundur. Egemenlik hakkını, ulus adına
Kamutay (Meclis) kullanır”.
Türkiye kuruluş sürecinin sonrasında
çok partili yaşama geçerken kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme ihtiyacı
mevcuttu. Tek parti yönetiminden çıkıp Demokrasi
Devrimi’ni gerçekleştirmenin onuru İnönü ve CHP’ye aittir. Bununla birlikte
hem çoğunluk sisteminde ısrarcı olmak (nispi seçim sistemini kabul etmemek) ve
hem de kuvvetler ayrılığına ilişkin bir düzenleme yapmamak CHP iktidarının
eksiği ve hatası idi. Gerçi CHP demokrasiyi güçlendirici değişiklikler yapma
planını 1950 seçim beyannamesine almıştı: 6 Ok’u Anayasadan çıkarmak, ikinci bir meclis (Senato) kurmak gibi
değişikleri CHP’nin 1950 sonrasına bırakmaması, 1946-1950 döneminde
gerçekleştirmesi gerekirdi. Nitekim CHP’nin vaatlerini gerçekleştirmesi
iktidarı kaybetmesi dolayısıyla mümkün olmadı.
CHP’nin programına kuvvetler ayrılığını alması 10. Kurultay’da mümkün
olabildi (1953). CHP’nin 1954 seçimleri öncesinde, iktidara gelme umudu
taşıdığı ve muhalefetteyken kuvvetler birliğinin sakıncalarını yaşamaya
başladığı bir dönemde kuvvetler ayrılığını savunması anlamlıdır. CHP
Programının ikinci bölümünde “Siyasi Meseleler” başlığı altında “Anayasa”
konusu ele alınmaktadır. Programın 8. Maddesine denk gelen bu kısımda “Devlet sistemimizde kuvvetler arasında
muvazene sağlayacak ve siyasi hürriyetleri koruyacak Anayasa teminatına lüzum
görürüz. Bu maksatla Partimiz ikinci bir Meclis, Ayan Meclisi kurulmasını
zaruri sayar” denilmektedir. Yine bu kısımda kuvvetler ayrılığını
destekleyici ve toplumsal örgütlenmenin önünü açıcı öneriler bulunmaktadır:
Yargıç teminatı; üniversite özerkliği; siyasal parti, sendika ve meslek
örgütleri kurma, memurlara sendika hakkı; basın özgürlüğü gibi konuların
anayasal teminat altına alınması ve Anayasa Mahkemesi kurulması gibi konulara
yer verilmektedir. Daha çok partili hayata geçişin başında CHP eksiklerin erken
bir şekilde farkına varmıştı.
Demokrasiyi takviye edici uygulamaların -kuvvetler ayrılığı da dahil
olmak üzere- gerçekleşmesi askeri darbe döneminde mümkün olabildi. Ancak bir
kere askeri darbe geleneğinin önü açıldı; üstelik hem idamlarla toplumsal
kutuplaşma daha da tırmandırıldı ve hem de yapılan düzenleme önceki döneme
tepki niteliği taşımaktaydı, uzlaşma eseri de değildi.
Sonuç olarak Türkiye bugün, kuvvetler ayrılığına dayalı çağdaş bir parlamenter demokrasiyi yeniden ve daha güçlü bir şekilde inşa etmelidir. Geçmişte gücün Meclis’te toplandığı, yasama organının yürütmeyi de bünyesinden barındırdığı kuvvetler birliği sistemi görece anlaşılabilir bir sistemdir. Kuvvetler birliğinin Meclis’te toplandığı sistemle kuvvetler birliğinin bir şahısta/yürütme organında toplanması aynı şey değildir. Birincisi görece –risklerine rağmen- demokratik ve devrimci olabilirken ikincisinin demokratik ve devrimci/ilerici olabilme ihtimali yoktur. Türkiye’nin cumhuriyetin kurucu değerleriyle barışık, kurumsal yapıyı takviye edici ve liyakate dayalı bir sistemi kurması, her şeyden önce gerçek anlama bir beka sorunudur.
Prof. Dr. Hakkı UYAR
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'