Olaylar Ve Görüşler

‘Yargıda reform’mu?

14 Ekim 2019 Pazartesi

YAZAR:Av. Dr. Mehmet RUŞEN GÜLTEKİN
Eski Yargıtay Cumuhiyet Savcısı

Bu kanun teklifi değerlendirildiğinde açıkça görülen şudur ki: Düzenlemede bahsedilen hemen her şey bir makyajdan ibaret. Yapılan çalışmalarla adeta yargının enerjisi boşa harcanıyor.

8 Ekim 2019 tarihinde Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin ilk somut adımı olarak Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi TBMM Adalet Komisyon’u tarafından kabul edildi.
Bahsedilen değişiklikte dikkatleri çeken ilk husus, Terörle Mücadele Kanunu’na eklenecek olan “Haber verme sınırlarını aşmayan veya eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz” ibaresidir. Normlar hiyerarşisinin en üstünde bulunan ve tüm kanunların uyumlu olması gereken anayasamızın “Düşünce ve Kanaat Hürriyeti” başlıklı 25. maddesi açıkça “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” dermişken; bahsi geçen ifadenin Terörle Mücadele Kanunu’na eklenmesinin hiçbir somut etkisi yoktur. Zira anayasamızın düzenlediği bir hakkın kullanılabilmesi için yargıda reforma ihtiyaç yoktur. Türk yargısında asıl reform, adeta askıya alınmış anayasamız ve kanunlarımızın eksiksiz şekilde uygulanmasıyla gerçekleştirilebilir.

Pazarlık ve güven
Kanun teklifinin genel gerekçesinde “vatandaşların hukuk sistemine olan güvenini sağlama”nın bahsi geçiyor. İşbu güvenin sağlanabilmesi için değişiklikte belirtildiği gibi soruşturma süresi içinde tutukluluğa bir üst sınır getirilmesi ile değil, tutuklamanın son çare olarak düzenlenen bir tedbir kararı olduğunun, tüm adalet sistemine benimsetilmesiyle tahsis edilebilecektir. Yine bu güven, AYM ve AİHM Kararları’na uyularak tüm hukuk sisteminde yeknesak kararlar verilmesiyle tahsis edilir; “bazı” kararların tanınması yahut bir mahkeme tarafından tutuklu olarak yargılarken salıverildikleri suçlardan dolayı sanıkların aynı suçlardan, başka mahkemece tutuklanmalarıyla değil.
Diğer yandan Amerikan sisteminde yer alan ve Türkçeye “iddianame pazarlığı” olarak çevrilen Ceza Muhakemesi’nde “Seri Yargılama Usulü” karşımıza çıkarılıyor. Söz konusu usulde, yargılamanın tarafsız olmayan süjesi iddia makamının şüphelilerle suç ve ceza konusunda pazarlığa oturmaları öngörülüyor. Yargıda FETÖ etkisiyle adaletin taraf olanlara yahut parası olanlara sağlandığının örnekleri kapı gibi karşımızda dururken kapalı kapılar ardında gerçekleşecek ceza pazarlığı görüşmelerinin vatandaşlar nezdinde ne şekilde “güven” tesis edeceği meçhul. Kaldı ki ceza yargılamalarında aleniyet esas iken görüşmelerin gizli yapılması da ceza yargılamasının temel ilkeleriyle bağdaşmıyor. Yargılamayı bağımsız ve tarafsız yargıçların yürütmesi anayasal bir zorunlulukken, seri yargılama usulünde yargıca, savcının pazarlığıyla ilgili hiçbir müdahalede bulunma yetkisi verilmiyor; yargıç sadece onay ya da ret kararı verebiliyor. Böylece yargıçlık ve savcılık makamı tek kişide toplanıyor. Oysa savcılıkların cezalandırma işlemi yapmaları mümkün değildir.

Masumiyet karinesi
Nitekim taraf olduğumuz Avrupa Savcıları Danışma Konseyi’nin “Ceza Davalarında Savcıların Rolüne İlişkin Görüş” de açıkça ceza verme yetkisinin yargıçlara ait olduğu belirtilmektedir. Üstelik sistemin uygulandığı ülkelerdeki sonuçlar üzerine yapılan pek çok eleştiri mevcut. Örneğin, hiç suçu olmayan biri daha fazla ceza almaktan korkarak savcının takdir ettiği cezayı kabul edip suçsuz olduğu halde ceza alabilir. Bu şekilde yargılamaların en önemli ilkesi olan “masumiyet karinesi” ise savcıların ellerinin tersiyle bir kenara itilebilecektir.

Hukukla bağdaşmaz
Yeni düzenleme ile öngörülen bir diğer usul de “Basit Yargılama Usulü”. Basit yargılama usulünün en çarpıcı noktası, taraflara yazılı şekilde savunma yapma imkânı sağlanması ve dosya üzerinden karar verilebilmesini düzenlemesi. Bu noktada Ceza Muhakemesi Hukuku’nun bir diğer temel ilkesi sözlülük iken taraflara yazılı savunma “imkânı”nın sağlanmasının hiçbir şekilde çağdaş hukuk ve adalet sistemi ile bağdaşma ihtimali olmadığını belirtmek gerekir. Ayrıca delillerin değerlendirilmesi ceza yargılamasının olmazsa olmazı iken bunların tartışılmaması adaletin tecellisinin eksik şekilde gerçekleşmesine neden olacaktır. Yine de bu yeni usulün 2005 tarihli 5237 sayılı TCK ile kaldırılan “ceza kararnamesine” benzediği de vurgulanmalıdır.
Alternatif çözüm yöntemleri, kovuşturmanın mecburiliği ilkesinin istisnasını oluşturur. Teklif genel gerekçesine göre yargının iş yükünü azaltma amacıyla var olan yöntemlerin alanları genişletilmiş ya da yukarıda bahsedildiği gibi yeni usuller düzenlenmiştir. Adaletin tecellisine karşın yargıda işgücünün azaltılmasına önem verilmesinin, hukuk devleti ile bağdaşan hiçbir yanı bulunmamakla birlikte vatandaşların yargıya güvenlerini sağlayamayacağı da aşikârdır. Zira yargı hızlanmaz, yargı ADİL olur.
Çok değil birkaç hafta önce Taksim’de öldürülen üniversite öğrencisi gencimizi hatırlayalım. Günlerce nasıl olup da katillerin bir hafta izinli olarak hapishaneden çıktıkları, infaz sistemindeki açıklar tartışıldı. Bunun üzerine beklenen değişiklik ise şaşırtıcı şekilde, adeta suça teşvik edercesine karşımıza çıkarıldı: Savcılık makamı tarafından verilen kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararı daha önce üst sınırı bir yıl olan suçlarla ilgili verilebiliyor iken artık üst sınırı iki yıla kadar olan suçlara verilebilecek hale getirilmesi öngörülüyor.

Sadece algı
Son olarak, gerekçede bahsedilen yargıya güvenin artırılması için şeffaflık, adalet ve aleniyetin gerekliliği su götürmez bir gerçektir. Yargıçlıksavcılık mesleğine alımlarda ise halihazırda tartışmalı olan mülakat yönteminin, kurula iki kişi daha eklenerek tarafsız ve bağımsızlığı sağlanacakmış gibi davranılması, algı yönetimi dışında hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Tüm bu kanun teklifi değerlendirildiğinde açıkça görülen şudur ki: Düzenlemede bahsedilen hemen her şey bir makyajdan ibaret. Yapılan çalışmalarla adeta yargının enerjisi boşa harcanıyor. Hak ve özgürlüklerin daha etkin korunması, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının geliştirilmesi, hukuki güvenliğin güçlendirilmesi, yargıya güvenin artırılması ve insan odaklı hizmet anlayışının geliştirilmesinin önündeki engel, yapılan bu yeni düzenlemelerin daha önce kanunlarımızda yer almamaları değil, tarafı olduğumuz uluslararası antlaşmaların, askıya alınmış Anayasamızın ve var olan kanunlarımızın doğru şekilde yahut hiç uygulanmayışlarıdır.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları