Öner Yağcı

Uğursuz dönem

17 Ağustos 2024 Cumartesi

1980’li yıllardan beri yaşadığımız Tevfik Fikret’in deyişiyle bir “devr-i şeamet”tir (uğursuz dönem).

O yıllardan bu yana bir “zulmet-i beyzâ”da (beyaz karanlık) yaşıyoruz.

Biçimsel demokrasinin gereği cahillik, din sömürücülüğü, zorbalıkla yöneltildiğimiz yaşam bunu düşündürüyor.

Özgürlüğü kanatarak insanların acıları üzerinde yükselen bu yaşam biçimi, yozluğu, çağdışılığı getirdi ülkemize.

Korkuyu çoğalttı sevgi yerine, suskuyu egemen kıldı, duyarsızlığı erdem, sevdayı ayıp yağmayı yasal saydı.

Köreldi kültür, utandı sanat, pes etti eğitim, küstü insan.

Ülkemizi “kıskaç altında”, “alacakaranlıkta”, “ahtapotun kollarında”, “örümcek ağında”, “bıçak sırtında”, “oltada”, “yağmalanan”, “uçurumun kenarında” olarak tanımladı aydınlarımız.

“Türkiye üzgün yurdum, güzel yurdum” dedi Ataol Behramoğlu.

UNUTMAMAK

İnsan aklına katılan “yeni” bilgiler, sözcükler, terimler, kavramlar, olayların yanı sıra, belleğe yerleştirilmesi gereken “eski” de var.

Şimdilerde, unutmamanın geleceği çiçekleyeceği, unutmanın yanlış olduğu günleri yaşıyoruz.

Yaşadığımız tarihsel dönemin gerçekliği, kaynağını Cumhuriyetle birlikte sinen, zaman zaman başını gösteren bir Osmanlılıktan, Osmanlıcılıktan alıyor.

Adını Türk-İslam sentezi koydukları bir ideolojiyle, “güllere ve türkülere kızanlar!” (Başaran) geldiler ve kıydılar güllere, türkülere, çöreklendiler yaşamımıza.

“Gergedanlar çiğnedi gelincikleri” dedi Metin Demirtaş.

Karabasan gibi gelip yaşamın her alanındaki güzelliklerine saldırdılar.

Bunu yaşıyoruz şimdi kültür, sanat, eğitim dünyamızda, bunun için sistemli bir saldırıyla kanatılan yaramızla üzgün ve küskün oluşumuza çığlık attı aydınlarımız.

DÜNDEN GELEN

Düne bakarak görülür bugün, dünden geldi çünkü.

Kurumlaşmış bir ideolojinin kültür yaşamımızı tutsak alması söz konusu, gerisi ayrıntı.

Her şeyin metalaştırıldığı dönemi çoktan aşmışız, yalnızlaşmaya, bencilliğe, duyarsızlığa, körlüğe itilmişiz.

Kültür, sanat, eğitim, öğretim yaşamımızda kadere boyun eğme mistikliği dayatılıyor.

Kimi belleklere derin izler bırakan ve hâlâ yaşanan, kurumlaşarak daha da derinleşen bu yaranın izleri belleğin gücüyle direnerek inadına sevinçlerle silinebilir ancak.

Direnmek için koşul yalnızlığı aşarak çoğalmak, çoğalarak korkuyu yenmek için de doğru önderliklerle, gerçekçi önermelerle örgütlenmektir.

“Kalabalık/ Yücedir/ Kalabalık/ Vatandır” demişti Enver Gökçe.

Fazıl Hüsnü Dağlarca “Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar,/ Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil./ Öyle dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna,/ Uyandırmazsan,/ Uyanacak değil” demişti.

Bağımsızlık Gülü’nde şöyle demişti Ceyhun Atuf Kansu:

“Yerine koymak, kutsamak o gülü,/ Hangi yerine?/ Mustafa Kemal’in bahçesine/ Bir ulusun suladığı, beslediği/ Yediveren bağımsızlık gülü!”

UMUTLA ÇOĞALMAK

Yaşam ki, nice “devr-i şeamet”in dayattığı çirkinlikleri, güzelliklere dönüştürecek umutla doludur.

Bu yaşamı savunan, bu yaşamı paylaşan, umut dolu insanlar tükenmez.

Tükenmek değil umutlarla çoğalmak yakışır insana.

Dizeler geliyor dilimin ucuna buruklukla:

“...Öpüşmek yasaktı bilir misiniz,/ Düşünmek yasak,/ İşgücünü savunmak yasak!/ ...Emeğin dalları kırılmış, yerde./ ...Karanlıkta duruyor ekmekle su...”

Ve umut dolu bir çağrıyla bitiyordu Oktay Rifat’ın Elleri Var Özgürlüğün adlı şiiri: “Gel yurdumun insanı görün artık,/ Özgürlüğün kapısında dal gibi;/ Ardında gökyüzü kardeşçe mavi!”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Savaş ve insan 14 Aralık 2024
Zaman, savaş ve insan 7 Aralık 2024
Tüketilmek 30 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları