İsrail’i onlarca yıldır tehdit eden dört ülke vardı: Irak, Suriye, Libya ve İran.
Bu ülkelerin tamamı, diğer Ortadoğu ülkeleri gibi, diktatörlükle yönetilen ülkelerdi. Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye’de Hafız Esad ve Beşar Esad, Libya’da Muammer Kaddafi, İran’da Ayetullah Humeyni, Ali Hamaney ve sözde “seçimlerle” görev başına gelen çeşitli cumhurbaşkanları, İsrail’i tehdit ettikleri gibi, kendi halklarına da zulüm yaptılar.
Ancak bu devletlerin paradoksal bir özelliği de, ABD emperyalizmine karşı direnmeleri ve İsrail’in işgalci stratejilerine karşı çıkmalarıydı.
Saddam Hüseyin başlangıçta ABD ile işbirliği yapan bir devlet başkanıydı. Örneğin İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin’in yönettiği Irak, İran’ın karşısında ABD ile birlikte konuşlanmıştı. Ancak Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinden sonra, ABD Irak’ı işgal etme kararı alınca, Irak ABD karşıtı kampta yer almak durumunda kaldı.
Önce Irak, din, mezhep, etnik kimlik üzerinden bölündü. Güneyde Şii Araplar, orta bölgelerde Sünni Araplar, kuzeyde Sünni Kürtler egemen oldu.
Arkasından, “Arap Baharı” yalanı adı altında, Suriye ve Libya, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden bölündü.
Suriye’de kuzeyde Sünni Kürtler, batıda Alevi Araplar, güneyde Sünni Araplar egemen oldular.
Libya ise Sünni Arapların içindeki farklı yerel kabileler ve askeri fraksiyonlar arasında bölündü.
Bugün bu ülkelerin hiç birisinde ulusal bir devlet kalmadı. Başka bir deyişle, Irak, Suriye ve Libya adı verilebilecek bir ülke artık yok.
Bu ülkelerde diktatörlükler yıkıldıktan sonra, yerine demokratik yönetimler de gelmedi.
Ayrıca bu ülkelerin bölünmesi ve parçalanması sürecinde çıkan iç savaşlarda yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi, milyonlarca insan yaralandı, milyonlarca insan göç etti.
Bu göç akımından dünyada en olumsuz etkilenen ülke Türkiye oldu, Türkiye’nin demografik yapısı değişti. Türkiye dünyada en fazla göçmen ve sığınmacı kabul eden ülke oldu.
AKP hükümetinin, Türkiye’nin aleyhinde olan bu operasyonların tamamında, ABD’nin, Britanya’nın, Avrupa Birliği’nin ve İsrail’in yanında yer alması trajiktir!
***
İsrail’in İran’a saldırması sonucunda başlayan İsrail-İran savaşı bu çerçevede değerlendirilmelidir. İran’da Farsiler/ Persler, Azeriler, Kürtler arasında ve/ veya köktendinci rejim karşıtları ile rejim yanlıları arasında olası bir bölünmenin, parçalanmanın, iç savaşın önlenmesi, İran için de Türkiye için de yaşamsal önemdedir.
Türkiye’ye yönelik yeni bir kitlesel göç sorunuyla birlikte, İran’daki özerk Kürdistan bölgesinin, Irak’taki ve Suriye’deki özerk Kürdistan bölgelerine eklemlenmesi durumunda, Türkiye’nin de bölünmesiyle sonuçlanabilecek bağımsız Kürdistan devletinin altyapısı oluşur.
İran’daki köktendinci yönetimin halk desteğinin büyük ölçüde erozyona uğradığı, sahte “seçimlere” katılım oranının yüzde ellinin altında kaldığı gerçeği dikkate alınacak olursa, İran yönetiminin, İran’ın ulusal bütünlüğünün ve bağımsızlığının korunması amacıyla da, iktidarda kalma ısrarından vazgeçmesi, bu konuda teokrasi karşıtlarıyla uzlaşması gerekmektedir.
İran yönetimi, ABD ve İsrail ile uzlaşmadan, kendi içinde bir uzlaşma sağlarsa, demokratik ve laik bir yönetim biçimine doğru cesur ve büyük bir adım atarsa, ABD’nin ve İsrail’in saldırgan tutumlarına karşı kendisini daha iyi ve sağlam bir biçimde korumuş olur, ABD’nin ve İsrail’in amaçlarını boşa düşürmüş olur.
Böyle bir adım kuşkusuz ki Türkiye’nin ulusal güvenliğinin ve bütünlüğünün korunması açısından da çok büyük bir adım olur.
Ancak Türkiye’de ne yazık ki bu vizyonu geliştirebilecek bir hükümet iktidarda değildir!