Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Gelecek Partisi eğitim sistemimizin dar koridorlarına nasıl bakıyor?(2)
Eğitim sistemimizin dar koridorlarını ve Gelecek Partisi’nin bu konudaki çözüm önerilerini Gelecek Partisi Eğitim Politikaları Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ile konuştuk. Söyleşimizin ikinci bölümünü bugün yayınlıyoruz.
- Ülkemizde ciddi bir öğretmen yetiştirme sorunu var. Bu konuda partinizin görüşleri nelerdir? Ne yapmayı planlıyorsunuz?
Önce mevcut duruma bakalım. Bugünkü uygulamaya göre ilkokul, ortaokul ve özel eğitim kurumlarında görev yapan öğretmenler 4 yıllık lisans eğitimi veren eğitim fakültelerinde yetiştirilmektedir.
Ortaöğretim kurumlarında görev yapan öğretmenler ise eğitim fakültelerinin ortaöğretim programlarından veya fen edebiyat fakültelerinden ve ihtiyaca binaen diğer fakültelerden mezun, pedagojik formasyon belgesi olanlar arasından atanmaktadır.
Atamalar, adayın KPSS puanı ve sözlü (mülakat) puanına göre yapılmaktadır.
2019 YÖK verilerine göre eğitim fakültelerinde toplam 210.696 öğrenci eğitim görmekte olup, 43.713 öğrenci birinci sınıfa kayıt yaptırmıştır. Bu verilere göre eğitim fakülteleri her yıl ortalama 40-45 bin civarında mezun vermektedir.
Eğitimin bugün için kanayan en önemli yarası, atanamayan binlerce öğretmen adayının olmasıdır. 2020 Ekim ayında yapılan KPSS sınavına 439 bin öğretmen adayı girmiş, 41.139’u atanmıştır. 2021’de 20 bin civarında öğretmen ataması Mart ayında yapılmış, 15 bin ek atama için alan belirlenmesi yapılmaktadır.
Eğitim fakültelerinde her programa ortalama 60 öğrenci alınmaktadır. Sınıflar öğretmen eğitimi ve uygulama imkanları için kalabalıktır.
- Bu zor sorun nasıl çözülebilir?
1. Öğretmenlerimiz geleceğimiz, göz bebeğimiz evlatlarımızı yetiştiren bugünümüzün ve yarınlarımızın mimarlarıdır. Aklı hür, fikri hür, vicdanı hür nesiller, ancak milli ve evrensel değerleri aklında ve yüreğinde mezcetmiş; iyi eğitim görmüş öğretmenler eliyle yetiştirilebilir. Bugün dünyanın birçok ülkesinde öğretmenler yüksek lisans eğitimi almış kişiler arasında atanmaktadır. Ülkemizde de öğretmen atamalarında yüksek lisans eğitimi, zorunlu hale getirilmelidir.
2. Öğretmen yetiştirme de aslî kaynak eğitim fakülteleridir. Eğitim fakültelerinde eğitim gören öğrenciler, 1. ve 2. sınıflarda alan bilgisi ve genel kültür derslerini, 3. sınıflarda eğitim derslerini ve alan eğitimi derslerini almalıdır. 4. sınıf ise tamamen öğretmenlik uygulaması ve bunun değerlendirilmesine ayrılmalıdır. Öğretmen atanabilmek için eğitim fakültesi mezunlarına lisans eğitiminin sonunda alanında tezli yüksek lisans yapma zorunlu hale getirilmelidir.
3. Eğitim fakültesi dışında herhangi bir fakülteden mezun olanlara pedagojik formasyon belgesi vererek öğretmen atama çarpıklığına derhal son verilmelidir. İhtiyaca binaen Eğitim fakültesi mezunları dışında herhangi bir alanda lisans eğitimi almış olanların öğretmen atanabilmesi için bu adaylara alanında tezli yüksek lisans ve formasyon şartı getirilmeli, derslerinin yanında, enstitü gözetiminde okul deneyimi ve öğretmenlik uygulaması dersi almaları sağlanmalıdır.
4. Eğitim fakültelerindeki öğrenci sayıları ihtiyaç analizi yapılarak azaltılmalı, atanamayan öğretmen problemi sona erdirilmelidir. Atanamayan öğretmenler sorunun çözümü 2 yıl sonra başlayacak (iki yıl yeni sistemin duyurulması ve mağduriyetlerin önlenmesi için gereklidir.) 7-8 yıllık bir çalışma sonunda tamamen ortadan kalkacaktır. Bu sürede Eğitim Fakülteleri çok az öğrenci alacak ve 40 bin olan kapasitelerini YL için kullanacaklardır. 300 bin bekleyen öğretmen her yıl 40 bin öğretmen atanarak bitirilecektir. (Her yıl 10-15 bin öğretmenin emekli olacağı varsayılmıştır) Yeni alınan öğretmenler YL’lı olacak mevcutlardan da 300 civarında öğretmen YL yapma şansı yakalayacaktır.
5. Ülkemizde öğretmenlik mesleği cazip hale getirilmeli, Eğitim Fakültelerinde okuyan burslu öğrenci sayıları artırılarak akademik başarısı yüksek öğrencilerin bu mesleği tercih etmeleri teşvik edilmelidir.
6. Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) sonuçlarına göre eğitim fakültelerine giriş için 125 bine girme şartı getirilmelidir. Okul deneyimi, öğretmenlik uygulamaları gibi uygulamaya dayalı derslerin varlığı ve öğretmen yetiştirmenin özel önemi dikkate alındığında sınıf mevcutları 40 öğrenciyi geçmemelidir.
- Partiniz mesleki ve teknik eğitime nasıl bakmaktadır?
Bir ülkenin ekonomik kalkınması ve sanayisi için en önemli husus o ülkenin üretim kapasitesidir. Üretim için elzem olan ise kaliteli teknik insan kaynağıdır. Mesleki eğitim, üretim sürecinde üretimi bizzat gerçekleştiren teknik elemanları yetiştirir. Mesleki ve teknik elemanlar sayılarının fazla olması nedeniyle ülkenin istihdamına ciddi katkı sağlarlar.
Bununla birlikte mesleki ve teknik eğitimin ülkeye katkısı ekonomik kalkınma ve istihdamla sınırlı değildir. Sosyal faydaları arasında düşük suç oranları, sosyal uyuma katkı, dezavantajlı grupların eğitime ve istihdama katılımı ve toplumla bütünleşme sayılabilir. (Özer ve Suna, 2019)
Mesleki ve teknik eğitimin ülke kalkınması için önemi ve katkısı maalesef ülkemizde yeteri kadar anlaşılmış değildir. Bunun önemli nedenleri vardır. Bunlardan ilk akla gelen katsayı uygulamasıdır. Katsayı uygulaması ile birlikte mesleki ve teknik okullardaki öğrencilerin üniversiteye girme şansları büyük ölçüde azalmış ve sonuçta 1999’dan bu yana mesleki ve teknik okullar tercih edilmemeye başlanmıştır. Bir zamanların torpil aranarak girilen söz konusu okullara rağbet azalmıştır. Bu okullara azalan talep ülkemizi çelişkili bir durumda bırakmıştır. Bir yanda kalkınma hamlesi için orta kademe teknik elemana olan ihtiyaç giderek artarken bu elemanları yetiştirecek olan okullara rağbet ise azalmıştır.
Mesleki eğitimle ilgili mevcut durum aşağıda kısaca özetlenmiştir. 2017-2018 akademik yılındaki sayı 2010-2011 akademik yılındaki sayının altında kalmıştır. 2019 yılındaki toplam öğrenci sayısının 1 milyon 793 olduğu hatırlanırsa mesleki ve teknik eğitime devam eden öğrenci sayısı son dört yılda azalma eğilimine girmiştir.
Azalan öğrenci sayısına rağmen okula girenlerden mezun olanların yüzdesinde artış söz konusudur. Ayrıca mesleki ve teknik ortaöğretimdeki öğrencilerin ortaöğretim içerisindeki payında da azalma görülmektedir. 2009 yılında %38,2 olan pay 2018 yılında %31,7 olmuştur. Bu mesleki ve teknik öğrencilerinin oranının son 9 yılda azalma eğiliminde olduğunu göstermektedir.
Mesleki ve teknik eğitim okulları MEB içerisinde farklı genel müdürlüklere bağlıdır. Son yıllarda gerçekleştirilen sadeleştirmelere rağmen MEB içerisindeki yapı oldukça dağınık görünmektedir.
Sayıca en fazla olan mesleki ve teknik Anadolu liselerine girecek öğrenciler 8.sınıfda ya merkezi sınavla Anadolu teknik programına ya da mahalle yerleştirmesiyle Anadolu meslek programı veya mesleki eğitim merkezi programına yönelmektedir.
Dünya genelinde mesleki ve teknik öğretimini seçen öğrencilerin akademik olarak daha az başarılı olduklarına dair yaygın bir kanı vardır. Bu açıdan ülkemiz bir istisna değildir. Ülkemizde mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi öğrencilerinin okuma, fen ve matematik alanlarında en başarısız öğrenciler olduğu bilinmektedir. Başka bir deyişle mesleki ve teknik okullar en başarısız öğrencilerin toplandığı okullardır. Bu durum mesleki ve teknik eğitime bakışı etkileyen en önemli faktörlerden birisidir.
Zaten düşük bir profile sahip olan mesleki ve teknik okulların durumlarını daha da olumsuz etkileyen harici etmenler de vardır. Bunlardan birisi mezunların eğitildikleri alanda değil çoğunlukla alan dışında çalışmalarıdır. Bu durum işverenlerin çalışanlarının eğitim aldıkları alana çok önem vermediklerini göstermektedir. İşveren için elemanın meslek okulundan mezun olması yeterlidir.
İhtisaslaşmayı önemsemeyen bu durum aslında ekonomiye de zarar vermektedir. Bunun nedeni genelde daha maliyetli olan mesleki ve teknik eğitimden istenilen verimin alınamamasıdır.
Mesleki ve teknik eğitimle ilgili bir diğer konu bu alanda özel öğretimin payıdır. Bu pay %6’dır ve OECD ülkeleri içerisinde düşük olan paylardan birisidir.
Elde güvenilir istatistikler olmamasına rağmen mesleki ve teknik okullarda ciddi bir devamsızlık ve okulu bırakma sorunu olduğu da ifade edilmektedir.
Mesleki ve teknik eğitim, özetle akademik olarak en başarısız öğrencilerin rağbet ettiği, azalan öğrenci sayısının gösterdiği kadarıyla cazibesini kaybetmiş ve bu nedenle üniversite kapısında yığılmaya neden olan, ülke ekonomisi ve sanayisi ile organik bir bağ kuramamış ve bunun sonucunda hızla gelişen sanayinin gerisinde kalmış bir eğitim sistemi uygulayan ve bu nedenle istenen özellikteki elemanları yetiştiremeyen, özel sektörün ilgi duymadığı ve mezunlarının daha çok kendi alanları dışında istihdam edildiği bir alan haline gelmiştir. Bunlara öğretmenlerin hizmet öncesi eğitimi ve mesleki gelişimi, öğretim programının (müfredatın) güncel olmaması, mesleki ve teknik eğitime yönelik toplumun olumsuz algısı, mezunların gerekli mesleki beceriye/niteliğe sahip olmaması, mesleki okulların donanım açısından yetersiz olması ve kalite kontrol sisteminin kullanılmaması ilave edilebilir.
Mesleki ve teknik eğitime yöneltilecek en önemli eleştiri; tek amacı sektörlere eleman yetiştirmek olduğu halde sektörlerden kopuk olmasıdır. Bu sorunu okul-sektör uyumsuzluğu olarak ifade edebiliriz. Son zamanlarda bu konudaki girişimler olumludur.
Son zamanlarda görülen olumlu gelişmelerin nedeni, mesleki ve teknik eğitimin eleman yetiştirdiği sektörlerin ihtiyaçlarını dikkate alması ve eğitimi bu sektörlerle dayanışma içerisinde yürütme iradesini göstermesidir. ASELSAN’la birlikte bir meslek ve teknik Anadolu lisesi açma fikri bu açıdan önemlidir. İstihdam garantili ve ileri teknolojiyi kullanacak elemanlar yetiştirmek amaçlanmaktadır. Bu model ülkemiz için gerekli ve faydalı bir modeldir.
Atılan olumlu gelişmelere rağmen dikkat edilmesi gereken birkaç nokta mevcuttur.
Özetlemek gerekirse;
1. En önemli sorun okulda öğrenilen ile mezuniyet sonrası yapılan işin farklı olmasıdır. Bu durum illerde mevcut sanayiler ile o ildeki meslek okullarının eğitim alanları arasındaki bir uyuşmazlıktan kaynaklanmaktadır ve sorunun asıl nedeni yıllardan beri çoğu siyasi baskılarla illerde plansızca açılan meslek okullarıdır. MEB’in mesleki okul planlaması yaparken o ilde faaliyet gösteren sanayi iş kollarını dikkate alması gerekmektedir. Bu sorunun çözülmesi kolay değildir ve uzun zaman gerektirir. Devletin öğrencilere, eğitimlerine uygun bir işte çalıştıkları takdirde küçük bir ödeme yapması veya işverene bir ayrıcalık gibi geçici çözümler olabilir.
2. Öğretmenlerin sadece üçte biri hizmet içi eğitim alabilmiştir. Öğretmen hizmet içi eğitimlerini hızla tamamlanması ve yeni alınacak öğretmenlerde yüksek lisans aranması gerekmektedir. Öğretmenleri teknolojiyi takip edemeyen bu okulların mezunları sanayicilerin beklentilerini karşılayamamaktadır.
3. Pek çok okulda atölye ve laboratuvarlar geliştirilmeye ve okulların fiziki yapısı yenilenmeye muhtaçtır.
4. Mesleki eğitimde özel sektörün payı hala çok düşüktür ve bunun arttırılması gerektir. Ülke üretiminin büyük bölümünü yerine getiren özel sektörün bu konuda daha çok sorumluluk alması onların faydasına olacaktır. Bu sayede yetişmesini istedikleri nitelikte elemanı kolayca temin edebileceklerdir
5. MEB içerisinde mesleki ve teknik eğitimle ilgili farklı birimler bulunmaktadır. Bu dağınık yapının Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü çatısı altında toplanması faydalı olabilir.
6. Mesleki eğitimde üretim yapılması ve bu üretimden döner sermaye yolu ile öğrenci, öğretmen ve okula bir pay verilmesi daha da genişletilmelidir. Üretimin arttırılması esastır. Bu nedenle devlet kurumlarının ihtiyaçlarının karşılanması için giderek bu okullar devreye sokulmalıdır. Ancak 2019’un ilk on ayı için rapor edilen 217 milyon TL gelirin yanında bu üretim için devletin ne kadar masraf ettiği de açıklanmalıdır.
7. Meslek okullarından mezun olanların istihdam oranlarının genel lise mezunlarından yüksek olması ülkemizdeki yüksek işsizliğin azaltılmasına katkı sağlayacaktır.
Mesleki eğitimde taşlar yerinden oynamaya başlamış görünüyor ancak gidilecek yolun çok uzun olduğu unutulmamalıdır.
- Müfredatla ilgili sorunlar her zaman dile getirilir. Sizce sorun nerededir?
Geçmiş yıllarda yapılan müfredat düzenlemelerinde bazı derslerin içerikleri hafifletilmiş ancak bu düzenlemeler yeterli olmamıştır.
Genel olarak eğitim sistemimizde liselerde okutulan ders adetleri çok fazladır. 9. sınıfta tüm dersler verilmeli ancak 10. sınıftan itibaren ders sayısı azaltılmaya başlanmalıdır. Örneğin sayısal alan seçmek isteyen bir öğrenciye 12. sınıfın sonuna kadar sosyal bilimler dersleri vermek yanlıştır veya sosyal alanda hazırlanan bir öğrenciye üniversite sınavında sorumlu olmadığı dersleri anlatmak gereksizdir. 11. ve 12. sınıfta tamamen üniversitede okumak istedikleri alana uygun dersler verilmelidir.
Yurtdışında liselerde bir yılda altı, yedi adet ders verilirken ülkemizde bu sayı on üç, on dört civarındadır. Bu çok sayıda verilen dersin birçoğu yüzeysel yani sadece vermiş olmak için verilmektedir. Eğitim programları daha az ders daha fazla içerik şeklinde düzenlenmelidir. Öğrencilerimizden yüksek öğretime gitmeyi planlayanlara birçok farklı dersi zorunlu tutmamak ve mesleki ve teknik eğitimi düşünenlere bir an önce eğitimlerine başlama fırsatı vermek için lise eğitimi müfredatı sadeleştirilerek üç yıla indirilebilir. Bunun hem lise sonrası mesleki ve teknik öğretime geçmeyi planlayan öğrenciler hem de üniversite eğitimini düşünen öğrenciler için büyük faydası olacaktır.
Müfredatla ilgili başka bir problem de fen liseleri müfredatının diğer liselerden farklı olmasıdır, bu da yanlış bir uygulamadır. Tüm öğrenciler aynı sınava girmektedir dolayısıyla görülen tüm dersler eşdeğer olmalıdır. Mevcut uygulama eğitim sistemimizde eşitsizliklere ve farklılıklara neden olmaktadır. En zeki öğrenciler mevcut sistem içerisinde de istedikleri bölümlere girebilirler. Bu nedenle sistemde farklılık yapmaya gerek yoktur.
2005 -2006 Eğitim döneminden itibaren kademeli olarak 4 yıla çıkarılan lise eğitim süremiz 2012-2013 eğitim döneminden sonra çıkarılan 4+4+4 eğitim modeli ile de zorunlu hale getirilmiştir. Bu değişiklik yapılmadan önce hiçbir araştırma yapılmamış, sadece üç yıllık müfredat dört yıla yayılmıştır. On iki yıl kesintisiz zorunlu eğitim de sadece bizim ülkemizde mevcuttur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Tevhidi Tedrisat ve diğer eğitim düzenlemeleri ile eski idadi isimli ortaöğrenim sistemimiz liseye dönmüş ve 3 yıl olarak yaklaşık 80 yıldır uygulanmıştır. Ortaöğretim sisteminin son halkasını oluşturan ve yükseköğrenim veya hayata geçişin sağlandığı bu en kritik ve en kıymetli zamanın çok verimli geçirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Milli Eğitim Modelimizin tüm yönleri ile ele alınması çağın ve ülkenin geldiği nokta ile gelecekte öngörülen değişimlerin dikkate alınarak yeniden kapsayıcı bir politika belirlenmesinin elzem olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.
Lise eğitiminin 3 yıla indirilmesini doğru buluyoruz. Bu önerimizin doğrudan uygulamalardan gelen somut nedenleri aşağıda sıralanmıştır
• Liselerimizin hem 4 yıl gibi uzun hem de zorunlu olmasından dolayı öğrencilerimizin sınıf mevcutları artmış bu yoğunluğu azaltacak tedbirler alınmamıştır.
• Lise okul binalarının sınıf harici olarak kullanılan birçok birimi sınıfa çevrilmiş öğrencilerin sınıf dışı aktivite yapma fırsatı kalmamıştır.
• Liselerin 4 yıla çıkması ile tüm lise gruplarında (tüm mesleki okullar dahil) 1. sınıflar ortak alan kabul edildiği için öğrencilerin alan seçimi ertelenmekte ve lise 1 kazanımları istenilen düzeye ulaşamamaktadır. Bu durum hem meslek liselerindeki öğrencileri ve eğitim sistemini hem de Anadolu liselerindeki akademik kazanım çabasındaki öğrencileri pedagojik olarak geri bıraktırmaktadır.
• Lise müfredatının nispeten değiştirildiği son dönemlerde yapılacak diğer sadeleştirmeler ile bu kazanımlar toplamı 3 yıl içeresinde rahatlıkla verilebileceğinden lise kısmının 3 yıla inmesi doğru olacaktır.
• Liselerin 4 yıla çıkarıldığı ilk seneden itibaren üniversiteye hazırlık dolayısıyla fiilen müfredat dışına çıkılan 4. sene son yıllarda DYK (Destekleme Yetiştirme Kursları) adındaki kurslar ve 2 yıla yakın devam eden küresel salgın süreciyle adeta bitmiş durumdadır. Söz konusu 4. yılın hatta nispeten 3. yılın öğrenciler tarafından önemsenmediğini 3 ve 4 sınıflardan itibaren yapılan açık liseye geçiş oranları bize göstermektedir. Son yıllarda örgün lise eğitiminden açık liseye geçiş 200 binli sayıları bulmuştur.
• 4 yılın uzun ve zorunlu olması dolayısıyla 2012 yılından itibaren artan bir ivme ile öğrencilerin örgün lise 1 programına başlamadan direk açık liseye kayıt yaptıkları MEB istatistikleri ile sabittir. Kayıtlarda son 5 yılda %70 yakın bir artışın olması eğitimcilerin kesinlikle dikkate alması gereken bir durumdur.
• Liselerin özellikle de akademik anlamda yükseköğretime yönelecek öğrencilere hizmet eden Anadolu liselerimizin 4 yıllık eğitim süreleri nitelikli eğitim üretmek noktasından uzaklaşmıştır. Hedefi olan ve akademik bir birikime sahip öğrenciler ile bu vasıflara sahip olmayan milyonlarca gencimizin aynı sınıfta ve aynı metotlarla eğitimlerine devam etmesi her iki grup öğrenciye de büyük zararlar vermektedir. Açıkçası bu durumun daha çok kaybedeni hedeflerine odaklanan ve ilgi ve bilgi aktarımı ile istenilen düzeye gelebilecek çalışkan öğrencilerimiz olmaktadır.
· Ayrıca lise eğitiminin üç yıla inmesi bu kademede harcanan bütçenin de dörtte bir oranında azalmasını sağlayacaktır.
Tüm bu sebepler dikkate alındığında hiç zaman kaybetmeden liselerimizin eğitim süresi 3 yıla indirilmelidir.
- Son olarak Yükseköğretim ve YÖK’le ilgili partinizin düşünceleri nelerdir?
Yükseköğretimde ne yapılması gerektiği dünya da çokça tartışılmış ve ulaşılması gereken hedefler belirlenmiştir. Hedef özerk bir üniversitedir. Bizim de nihai hedefimiz budur. 1965 yılında Uluslararası Üniversiteler Birliği’nin belirlediği üniversite özerkliği kriterleri aşağıdadır:
• Bir üniversite kendisini ilgilendiren bütün seçim ve atamaları bizzat kendisi yapmalıdır.
• Okutacağı öğrencilerin seçimi tümüyle bizzat kendine ait olmalıdır.
• Eğitim programlarını bizzat kendisi hazırlayabilmeli, vereceği diploma ve belgelerin hangi düzeydeki bilgi ve maharet karşılığı verilmesi gerektiğini kendisi tayin etmelidir. Bunlar kanun, tüzük ve yönetmeliklerle belirlenmiş olsa da hazırlanmalarında temel sorumluluk ilgili üniversiteye verilmiş olmalıdır.
• Araştırma programlarını istediği gibi düzenleyebilmelidir.
• Kendi bütçesini geniş yetki sınırları içerisinde istediği gibi kullanabilmelidir.
Bir üniversiteye özerk diyebilmek için yukarıdaki kriterlerin hepsinin sağlanması gerekmektedir. Bizim henüz bazılarını sağlasak da bütün kriterleri sağlayamadığımız açıktır. Üniversitelerin Ar-Ge kapasiteleri ve sanayi ile olan işbirliğindeki eksikliklerinden dolayı kendi bütçelerini oluşturamamaları onları kamu kaynaklarına bağımlı hale getirmektedir. Bu ise başta bu kriterlerin sağlanmasına engel olan çok sayıda temel sorunun varlığını açıklamaktadır.
Ülkemizde pek çok ilerlemenin önündeki en büyük engel liyakatsizliktir. Eğitim sistemimizin tamamı için geçerli olan bu sorun yükseköğretim için de fazlasıyla geçerlidir.
Yükseköğretimde liyakatsizliğin en yakıcı sonuçları rektör seçimlerinde görülmektedir. Önceleri üniversitenin seçtiği altı aday YÖK’te üçe indirilir ve sıralandıktan sonra Cumhurbaşkanlığına gönderilirdi. Cumhurbaşkanı da bir adayı rektör olarak atardı. YÖK üniversiteden gelen sıralamayı dikkate almaz, cumhurbaşkanı da YÖK’ün sıralamasını dikkate almazdı. Bu suretle ne üniversitenin ne de YÖK’ün iradesi geçerli olurdu. Cumhurbaşkanı istediği adayı seçerdi. Şimdiki sistemde cumhurbaşkanı doğrudan tek seçicidir. Son iki yılda yapılan atamalara bakıldığında atananların liyakate göre değil açıkça biat kriterine göre seçildiğini göstermektedir. Basında yer alan haberlere göre rektörlerin Web of Science'a göre 68’nin (44’ü devlet 24’ü vakıf) Scopus’a göre de 55’nin uluslararası hakemli dergilerde yayınları yoktur. H-Index’e (yayınların etkinliğini gösterir) bakıldığında Web of Science 72 rektörün 0 atıf aldığını, Scopus ise 63 rektörün 0 atıf aldığını göstermektedir. Bu ülkemiz için hazin bir durumdur. Liyakat yerini biata bırakmıştır. İlk yapılması gereken bu sistemin değişmesidir. Yükseköğretimin tamamen siyasallaştığı ülkemizde rektör seçimi siyasilere bırakılmayacak en önemli konudur. Çözüm rektörün bir heyet tarafından belirlenmesidir.
İkinci önemli husus üniversitelerin YÖK boyunduruğundan kurtulmasıdır. Bütün üniversiteleri aynı kurallarla idare etmek farklı bedendeki insanlara bir beden gömlek giydirmeye benzer. YÖK kaldırılınca yerine ne tür bir yapının geleceği en önemli konudur. Burada birkaç alternatiften söz edilebilir. YÖK, yetkileri budanarak Üniversiteler Koordinasyon Kurulu olarak devam edebilir. Görevi sadece koordinasyonla sınırlıdır. Ayrıca kalite ve standart koyucu görevini üstlenir ve bunları denetleyebilir. İkinci bir alternatif, YÖK’ü tamamen kaldırmak ve MEB içerisinde bir Daire Başkanlığı haline getirmektir. Bütçe ve kadro gibi önemli meseleler burada koordine edilir. Üçüncü bir alternatif YÖK’ü kaldırıp koordinasyon işini üniversitelerarası kurula vermektir.
İdari açıdan mahsurları görülen bir husus da rektörlerin çok fazla yetkilerle donatılmış olmasıdır. Rektörler krallıkla idare edilen ülkelerdeki kral konumuna gelmişlerdir. Üniversite bu tek adam idaresinden kurtarılmalıdır. Bunu düzeltmenin en iyi ve çağdaş yolu mütevelli heyetlerini kurmak ve hayata geçirmektir. Mütevelli heyetleri üniversite idaresinde rektörün kullandığı yetkilerden pek çoğunu alacağı gibi toplumun çeşitli kesimlerini temsil eden mütevelli heyet üyeleri sayesinde toplum ile üniversite arasında bir bağ tesis edilecektir.
Mütevelli heyetler farklı şekillerde teşekkül edebilir. Sadece akademisyenlerden kurulu olabileceği gibi ülkenin saygın iş adamları ve kanaat önderlerinin katılımlarıyla da kurulabilir. Üniversite-sanayi işbirliğine yardım edeceği için işadamı akademisyenlerden kurulu mütevelli heyetleri tercih edilecektir.
Üniversite ile toplum arasındaki bağı kuvvetlendirecek bir konu da Sürekli Eğitim Merkezlerinin güçlendirilmesidir. Sürekli Eğitim Merkezleri üniversitedeki bilimsel birikimi toplumun bu bilgiye ihtiyaç duyan kesimlerine aktarmanın en kolay ve etkili yöntemidir. Maliye Bakanlığının koyduğu kurallar nedeniyle bu merkezler beklenen sonuçları üretememişlerdir.
En ciddi sorunlarda bir diğeri üniversiteye eleman teminidir. Cari usulden vaz geçip bir zamanlar uygulanan Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı’na (ÖYP) geçilmelidir. Böylece liyakat prensibine uygun en çalışkan ve zeki elemanların üniversiteye alınması mümkün olacaktır. Yurtdışına öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla doktora öğrencisi yollamak kalitenin artmasına da hizmet edeceği için önemlidir. Gelecek Partisi her yıl şimdikinden (600-800) daha fazla öğrencinin yurt dışında doktora yapmasını sağlayacaktır. Akademik hayatı cazip hale getirip en parlak öğrencileri cezbedebilmek için öğretim üyesi özlük haklarında iyileştirmeler yapılmalı ve öğretim üyeliği gençlerin meslek seçiminde ilk tercihleri olmalıdır.
Üniversitelerimizdeki en ciddi sorunlardan birisi de öğretim elemanlarının yabancı dili yeteri kadar bilmemeleridir. Çok önceleri dil seviyesinin tespitinde TOEFL ve ESL gibi uluslararası testler kullanılırken daha sonraları bu sınavları zor bulanları tatmin amacıyla ÜDS ve YDS sınavı kullanılmaya başlandı. Ancak bunu da zor bulan lisansüstü çalışmaya niyetli olanlar en son YÖKDİL denilen kolay bir sınavı kullanmaktadırlar. Hem zor ama dil bilgisini iyi ölçen testlerden daha kolay olanlarına kaçış hem de istenen minimum puanda devamlı bir düşüş vardır. Üniversitede kalite isteniyorsa dikkat edilmesi gereken konulardan birisi öğretim elemanlarının en azından bir yabancı dile hâkim olmalarıdır.
Üniversitenin araştırma potansiyelini azaltan ve öğretim üyelerini dersliklere kilitleyen bir husus da ikinci öğretimdir. Mali açıdan öğretim üyelerine katkı sağladığı için özellikle yapılması arzu edilen ikinci öğretim kaldırılmalı ve öğretim üyelerini araştırmaları üzerinde çalışmaları için daha fazla zaman yaratılmalıdır.
Hem hakemli dergi yayınlarında batı biliminin hegemonyasına girmekten kurtulmak ve başkasına tez yazdırmak gibi sorunları hep birlikte çözmek için doçentlikte “doçentlik tezi” uygulamasına dönülmesinde yarar vardır. Bu yaklaşım yapılan çalışmaların ülkemizle alakalı olmasını sağlayacak ve böylece halkımızın yaşam standardının yükselmesine yardımcı olacaktır.
Yükseköğretimin hızlı bir şekilde ayağa kaldırılması için yetişmiş insan gücüne ve finansmana ihtiyaç vardır. Öğretim elemanı eksikliği yükseköğretimin kronikleşmiş bir sorunudur. 2014-2018 yılları arasında öğretim elemanı sayısı 148 binden 166 bine, öğretim üyesi sayısı 68 binden 81 bine, öğretim görevlisi sayısı 35 binden 36 bine, araştırma görevlisi sayısı 45 binden 48 bine yükselmiştir. Dikkat edilirse öğretim görevlisi ve araştırma görevlisi sayısı çok az değişmiştir.
Öğretim elemanı sayısının az olması bir öğretim elemanına düşen öğrenci sayısını etkilemektedir. Çin hariç en büyük ekonomiye sahip on ülkeye bakıldığında en yüksek değer (43) ülkemize aittir. En düşük Japonya 7, Almanya 8, Kanada 9, ABD 12, Birleşil Krallık 16, Brezilya 19, İtalya 20, Fransa 21 ve Hindistan 24. Bu durum doğrudan kaliteyi etkilemektedir. Zamanının çoğunu ders vermek ve öğrencilerin diğer yüklerine ayıran öğretim elemanı araştırma yapacak zamanı bulamamaktadır. Mevcut öğrenci sayısını 15’e böldüğümüzde ihtiyaç duyulan öğretim elemanı sayısını bulmak mümkündür. Yükseköğretimin en az 100 bin öğretim elemanına ihtiyaç vardır.
Yetersiz öğretim üyesi sayısının yanında ciddi bir sorunda öğretim üyelerinin coğrafi bölgelere göre dağılımıdır. Erkek öğretim üyelerinin %59’u ve kadın öğretim üyelerinin %68’i beş bölgede – İstanbul, Batı Anadolu, Ege, Doğu Marmara ve Akdeniz bölgelerinde görev yapmaktadır. Erkek ve kadın olarak bölgelere dağılımlar şöyledir (ilk yüzde erkeklere, ikincisi kadınlara aittir): İstanbul (%14, %17), Batı Anadolu (%13, %16, %), Ege (%12, %15), Doğu Marmara (%10, %11) ve Akdeniz Bölgesinde (%10, %9) toplam öğretim elemanlarının %59 ve %68’i çalışmaktadır. Geriye kalan yedi bölgede erkek öğretim üyelerinin %41’i, kadın öğretim üyelerinin ise %32’si çalışmaktadır. Bu dağılım sonucu batıdaki gelişmiş bölgelerimizde öğretim üyesi fazlası varken Orta, Doğu ve Güneydoğudaki üniversitelerimizde ciddi öğretim üyesi sıkıntısı bulunmaktadır.
Çözüm hem ÖYP ile yurtiçinden hem de 1416 sayılı kanunla yurtdışından daha fazla doktoralı eleman teminine gidilmelidir. Gelecek Partisi, doktoralı öğretim üyesi sayısını arttırabilmek için bu iki yolu da kullanacaktır. Öğretim üyesi yetiştirmenin çok zaman alacağı düşünüldüğünde bir yaklaşımda yurtdışından öğretim elemanı temin etmektir. Sorunun aciliyeti nedeniyle özellikle yabancı dilde eğitim yapan üniversitelerde yabancı öğretim üyesi sayısı arttırılacaktır.
Yükseköğretimin finansmanına bakıldığında daha ürkütücü bir manzara ile karşılaşılır. 2015-2019 yılları arasında merkezi yönetim bütçesinde yükseköğretimin payı %4,24’ten %3,44’e inmiştir. (Gür, Çelik, Yurdakul, 2019) Aynı dönemde GSYH içindeki yükseköğretimin payı %0,92’den %0,47’ye gerilemiştir. Yükseköğretimin nominal harcamaları 2014-2018 arasında 18,66 milyar TL’den 31,62 milyar TL’ye yükselmiştir. Ancak 2018 sabit fiyatları üzerinden yapılan değerlendirmede 2014’te 32,09 milyar TL olan harcama 2018 yılında 31,62 milyar TL olarak gerçekleşmiştir ki bu son beş yılın en düşük miktarıdır. Hem merkezi yönetim bütçesi hem de GSYH içindeki yükseköğretimin payının azalması yükseköğretimde yaşanan büyüme ile orantılı ve uyumlu değildir.
OECD ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin GSYH içindeki toplam yükseköğretim harcaması OECD ortalamasından yüksek (sırasıyla %1,7 ve %1,5), yükseköğretime yapılan özel harcama oranı OECD ülkelerinin ortalamasından (sırasıyla %0,4 ve %0,5) düşüktür.
OECD ülkelerinde öğrenci başına yapılan harcamalara bakıldığında Türkiye’nin 8901 dolarlık harcaması OECD ülkeleri ortalaması olan 15656’dan neredeyse yarı yarıya düşük ve listede sondan üçüncü ülkedir. En yüksek harcama Lüksemburg’da (48907 dolar) en düşük harcama ise Şili’de (8406 dolar) görülmektedir. Bizim için daha ciddi olan bir sorun üniversitelerimiz arasında öğrenci başına yapılan harcamada var olan farklılıklardır.
Üniversitelerimizin finans sorunu ihtiyaçlarına bakmaksızın her sene “bütçelerinizi enflasyon oranında arttırınız” şeklindeki merkezi bir yaklaşımla çözülemez. Gelecek Partisinin bu konudaki önerisi üniversiteleri tek tek değerlendirip bütçelerini rasyonel bir şekilde belirlemektir. Bu çalışma yapıldıktan sonra İngiltere’de olduğu gibi geliştirilecek bir performans ölçeği ile performanslarına bakılarak bir sonraki yılın bütçesi belirlenecektir.
Fatih Sultan Mehmet’in söylediği gibi “İlim ve irfan, ilgi ve iltifat görmediği yerde barınmaz” Üniversitelere ilgimizi öğretim üyesi ihtiyacını karşılayarak ve gerekli finansmanı temin ederek göstermemiz gerekmektedir.
Sevgili hocam değerli bilgileriniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye Hepimizin, Eğitim Hepimizin...
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- Ankaralı Turgut hayatını kaybetti!