Bregenz Festivali'nde "Madam Butterfly" ezen ve ezilen ilişkisine dönüşmüştü: Kültür çatışması

21 Ağustos 2022 Pazar

Konstans Gölü’yle Alp Dağları arasına sıkışmış minicik bir kent/kasaba Bregenz. 2. Dünya Savaşı biter bitmez, buraya akın eden sanatçılar ve yerel halkın katkılarıyla kurulmuş opera ve müzik festivali 1946’dan beri sürmekte... 28 bin nüfusu, bir ay süren festival boyunca dünyanın her yerinden akın eden müzik/tiyatro meraklılarıyla dolup taşıyor. Bu festival, şanını göl üzerindeki dev sahnesinden alıyor. Burada 7 bin kişilik amfinin önünde her yıl popüler bir opera, en görkemli biçimde sahnelenirken kasabanın öteki mekânlarında mutlak deneysel çalışmalara da yer veriliyor. Göl üzerindeki, sahneyi kurmak aylar sürdüğünden, program iki yılda bir değişiyor. Salgın nedeniyle üç yıl aradan sonra, geçen hafta ben de üç eserle festivalden nasibimi aldım... İşte ilki:

(Sahne, gölün üzerine bırakılmış, sanki kat kat, buruşuk bir beyaz “kâğıttan” oluşuyor. 300 ton ağırlığında bir kâğıt!)

GÖLDE KÂĞITTAN GEMİLER

Bu yıl göl üzerindeki sahne, Zürih Operası yönetmeni Andreas Homoki ve dünyanın dâhi tasarımcısı, çalıştığı her ülke ve festivalde ödüllendirilen Michael Levine’e teslim edilmişti. Seçilen eser ise (artık daha popüleri olamaz), Puccini’nin “Madama Butterfy” adlı romantik eseriydi. 

Önce sahneyi anlatmalıyım: Sanki kocaman bir resim defterinden koparılmış bir sayfa, bir kâğıt parçası, gölün üzerine bırakılmış! Kat kat, buruşuk bir beyaz kâğıt... Sahne bu “kâğıt”tan oluşuyor! İki buçuk saat boyunca genç geyşa Cio Cio San’ın öyküsünü bu kâğıt üzerinde izleyeceğiz... Ve geyşamızın ruh hallerine, hissiyatına göre kâğıdın üzerindeki renkler değişecek, aşkın, umudun, nefretin, özlemin, öfkenin, çaresizliğin renklerine bürünecek... Kâh Japonya’nın nehirleri, akarsuları, dağları, taşları, çiçek açan kiraz ağaçları, kâh Japon kaligrafisi ve aşina olduğumuz Japon estampları o kâğıda yansıyacak. Elbet muhteşem ışık oyunları ve video sanatı aracılığıyla. (Teknolojinin nimetleri) 

Kâğıt deyip duruyorum. Biz ölümlü izleyicilere tüy gibi göle bırakılmış “kâğıt” dekor tam 300 ton ağırlığındaymış. Yüksekliği 23, genişliği 33 metre. 117 parçadan oluşan bir sahne... 

Geyşa ve minik oğlu hasretle/umutla Amerikalı babanın dönüşünü beklerken çocuğun göle bıraktığı kâğıttan bir gemi yine kâğıttan ama dev bir gemi olarak geri gelecek... Ve... 

(Geyşa, bir gece geçirdiği eşini artık kimonosuyla değil tüm yaşamına mal olan Amerikan bayrağına sarılı bekliyor.)

BUTTERFLY YA DA AMERİKAN EMPERYALİZMİ

Yönetmen Homoki, tüm eseri kültür çatışması ve ezen ezilen ilişkisi üzerine oturtmuştu. Sanki Amerikan emperyalizminden intikam almak istemişti! 

Daha ilk andan, tüm Japonlar, (geyşa korosu, Cio Cio San’ı koruyan geleneksel ruhlar, vb.) hepsi uçar adımlarla adeta kayarak sahnede belirirken yürürken, ilerlerken... Amerikalı karakterler cart diye kâğıdı yırtarak delerek (evet delerek / hadi söyleyeyim: neredeyse kâğıdın ırzına geçerek ) sahnede belirdiler. Amerikalı denizci ve konsolosun arkalarında bıraktıkları o iki koca karanlık delik, sanki köpek, balığı sırtındakı yüzgeç gibi sahneyi/Japonya’yı tehdit etti durdu opera boyunca... O deliklerden bir de koca bir direğe bağlı Amerikan bayrağının yükselmesi fallik sembolün âlâsıydı. Zaten geyşamız da bir gece geçirdiği eşini, artık kimonosuyla değil, beş yıl boyunca Amerikan bayrağına sarılı bekleyecekti. 

Bakmayın böyle en sert çizgilerle anlattığıma, bugüne dek izlediğim en şiirsel, “Mme. Butterfly” operasıydı. Teknik dedim ama tekniği hissetmiyorduk, Japon resim sanatının derinliklerinde bir yolculuğa çıkmış gibiydik. Uyum ve güzellik ağlatacak kadar yoğundu. Olağanüstü yalınlık içinde uçuşan kimonolar, açılıp kapanan şemsiyeler, titreşen yelpazeler arasında renk, görüntü, ses ve müzik şöleniydi.

Viyana Senfoni Orkestrası’nı, günümüzün yükselen şeflerinden Çinli kadın şef Yi Chen Lin yönetiyordu. Hem de olağanüstü bir duyarlılık, eşsiz bir enerjiyle... Tüm sesler mükemmeldi. Butterfly’ı çok etkileyici Rus soprano Elena Guseva; nedimesi Suzuki’yi İngiliz Claudia Huckle, Pinkerton’u Polonyalı tenor Lukasz Zaleski mükemmel bir biçimde canlandırıyordu. Koreografi (Lucy Burge) ve kostümler (Anthony McDonald), uçuculukta olsun, yönetmenin yorumuna katkıda olsun, birbiriyle yarışıyordu... 

Amerikalı denizcinin bir gecelik eğlencesi, 16 yaşındaki Japon 

geyşa kızın tüm yaşamına mal olurken yönetmen son sözünü finalde söyledi: “Kahrolsun böyle ilişkiler” dermişçesine... Kâğıttan ne varsa her şeyi yaktı... Sahneyi de kâğıttan gemileri de... Önce ışıktan alevlerle, sonra gerçek alevlerle...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları