‘Je Suis Charlie’ ve Ötesi

12 Ocak 2015 Pazartesi

Paris’teki terörist saldırı karşısında bir yazar, Aydınlanma geleneğine, ifade özgürlüğü düşüncelerine sadık biri olarak, Charlie Hebdo’nun çalışanlarının onları korumaya çalışan, biri Müslüman iki polisin profesyonelce katledilmesi karşısında şiddetli bir öfkeye kapıldım. “Je suis Charlie” sloganını hemen benimsedim.
Ancak Aydınlanma geleneğine sadık bir birey olarak, Immanuel Kant’ın “Cesur ol, aklını kullan” uyarısını anımsayıp öfkelenmenin, “üst aklın komplosu” zevzekliklerinin ötesinde, “olayı” tüm karmaşıklığı içinde değerlendirmek gerektiğini düşündüm. Bu karmaşıklığın en azından dört bileşenden oluştuğunu düşünüyorum.
1) Olayın niceliğe ilişkin boyutları;
2) İlk gelişen kapitalist ülkelerle dünyanın geri kalanı arasındaki ilişki;
3) “Küreselleşmenin” etkileri: “Sömürgecinin”, “sömürge” halkıyla karşılaşmasının yeni mekânı;
4) “İnanç” ve “kutsal” sorunu...

Nicelik ve nitelik
İki İslamcı terörist, bir mizah dergisini dinlerinin değerlerine, kutsalına hakaret ettiği için cezalandırılması gerektiğine karar vererek bastılar ve 12 kişiyi “öldürdüler”.
Maplecroft Terörizm ve Güvenlik Araştırmaları (MTGA), son yıllarda dünyada günde ortalama 26 saldırının gerçekleştiğini saptıyor. MTGA haritaları bu saldırıların, hemen hepsinin Ortadoğu’da, Afrika’da Pakistan ve Afganistan’da (“terörizme karşı savaş”ın vurduğu yerlerde) gerçekleştiğini, buna karşılık Avrupa ve ABD’nin en düşük riskli bölgeler olduğunu gösteriyor.
ABD, ulusal güvenliğini tehdit ettiği için ortadan kaldırmaya karar verdiği “kötü adamları” (bad guys) yok etmek için yolladığı insansız uçaklarla, 2004 yılından bu yana, Pakistan’da 959, Yemen’de 636, Somali’de 33 ve diğer gizli operasyonlarda 141 olmak üzere toplam 1768 kişiyi “öldürmüş”. (http://www.thebureauinvestigates. com/category/projects/drones/ drones-graphs/). 2014 başına kadar ölenlerin sayısı 2 bin 500’ü buluyor. Bu saldırılarda öldürülen sivillerin sayısı 416-951, çocukların sayısı 168-200 arası olarak hesaplanıyor (Huffingtonpost, 15/05/2014). Bu verilere Afganistan, Irak savaşlarında bombardımanlarda ölen on binlerce sivil dahil değil.
Bu birinci ve ikinci grup nicelikler arasındaki fark, özgün sonuçları olan bir nitelik oluşturuyor.

Kapitalizmin ikilemleri
Kapitalizm doğmaya başladığında, birbiriyle ilişkili iki gelişme vektörü şekillendi.
Birincisi, bilimin gelişmeye, dini dogmaların sorgulanmaya başlamasına bağlı olarak birey, bireysel özgürlükler, giderek demokrasi, eşitlik özgürlük kavramları oluştu.
İkincisi de kapitalizmin ilk gelişmeye başladığı ülkeler, “doğal haklar” kavramı altında dünyanın geri kalanını, hemen her zaman, zor kullanarak şekillendirmeye başladılar.
Birinci vektör devrimci bir kapitalist sınıfın doğmasına, “Aydınlanma olayına”, kapitalizmin bir “içkin eleştirisine”, sosyal demokrasi, komünizm fikrine açıldı.
İkinci vektör, köleciliğin yeniden canlanmasına, sömürgeciliğe, emperyalizme, ırkçılığa, hatta faşizme yol açtı. Dünyanın geri kalanında da birinci vektörün özelliklerini kendiliğinden gündeme getirmeyen bir kapitalizm (geri bıraktırılmış, bağımlı), eşitlik, özgürlük gibi kavramlara ilgisiz, sömürgeciliğin, emperyalizmin ürünü bir yerli kapitalist sınıf şekillendi.
Böylece kapitalist dünyanın, “merkezi ve çevresi” batısı ve doğusu, “ileri” ve “geri kalmış”, egemen ve bağımlı türleri oluştu. Merkezde, kapitalizmin insanlığa katkıları kriz zamanlarında kuşa çevrilse de yaşamaya ve Batı’nın üstünlüğü olarak yüceltilmeye devam ederken ikincisinde, Batı’nın kendi egemenliğini, üstünlüğünü korumak için çevrede bu değerlerin gelişmesini engelleyen politikaları, sosyalistler hariç herkesin gözünden kaçtı.
Doğu Bloku çöktükten sonra, kapitalizmin “içkin eleştirisini”, “başarıyla” bastıran Batı kapitalizmi, bu kez kendini “Batı”nın ürünü olan, ama onun değerlerine yabancı bir “gericiliğin” nefretinin hedefinde buldu.

Küreselleşme - sömürge mekânları
“Küreselleşmeyi” kısaca malların, sermayenin, bilginin ve hazlara dayalı tüketimin imajlarının dolaşımının aniden yaygınlaşması, hızlanması, daha önce girmedikleri “dünyalara” girerek onları hızla dönüştürmeye başlaması olarak tanımlayabiliriz.
Küreselleşmenin yarattığı sarsıntılarla birlikte göçmen ve sığınmacı nüfusu hızla arttı. Böylece, bir taraftan emperyalist ülkelerin halkları refahlarını, demokrasilerini önemli ölçüde borçlu oldukları sömürgelerin halklarıyla, sömürgenin mekânında değil, kendi ulusal mekânlarında, “farklı” kültür ve irade olarak karşılaşmaya başladılar. Bu “öteki” nüfus ilk başta, geri, yabancı ve ucuz işçiler kapsamında toplumun içinde yönetilebilirken küreselleşmeyle birlikte tehdit edici unsura dönüşmeye başladı. “Çokkültürlülük politikaları” bu yabacı nüfusu, misafir ülkenin kültüründen yalıttı, entegrasyonunu zorlaştırdı, giderek gettolaşmaya itti.
Diğer taraftan, “Batı”nın dışındakiler, Batı’nın dünyasını oraya gitmeden görme, kendilerininkiyle kıyaslama imkânı elde ettiler. Bu sırada küreselleşmenin ekonomik kültürel etkileri yerel yapıları yıkıyor, özellikle ataerkil, dinci güç ilişkilerini sarsıyor, savunma ve saldırı tepkilerini güçlendiriyordu.
ABD’nin rıza, liderlik yoluyla düzen kurma kapasitesi zayıflarken şiddet kullanma eğilimi güçlendi. “Soğuk Savaş”ın bitmesi jeopolitik sürtüşmeleri kaynak alanlarına doğru kaydırdı, buralarda yerel savaşlar patlak vermeye başladı.
ABD’nin açıktan işgal ve saldırı politikaları, askeri müdahaleleri esas olarak Müslüman nüfusun yaşadığı kaynak alanlarını hedef alınca, bölgede isyan damarı ulusalcılığın, sosyalizmin, modernitenin başarısızlıklarının yarattığı düş kırıklığı alanında siyasal İslama yöneldi; İslamcı popülist, terörist akımların gelişmesinin zemini oluştu.

İnanç ve kutsal
Karmaşıklığın son bileşeni de inanca, kutsala ait. Burada iki tutum söz konusu: Birincisinde, birey inancını sosyal değil ulvi bir olay, yalnızca onunla kutsalı arasındaki bir ilişki olarak görür, yaşamını bu inanca göre düzenlemek ister. İkincisinde, birey inancını yalnızca ulvi bir olay olarak görmez, onunla kutsalı arasındaki ilişkiyi toplumsal sonuçları olan bir ilişki olarak görür. Tüm toplumun bu kutsalı benimsemesini, yaşamını ona göre düzenlemesini talep eder, dahası inancı gereği, bu talebinin gerçekleşmesinin sorumluğunu üstlenmek, gereğini yapmak zorundadır: Kitapta yazılan her şey Tanrı adına yapılabilir!
Birinci tutum başkalarının inancıyla, kutsalıyla ilgilenmez, kendini açıklamak ve dayatmak gereksinimi duymaz. Demokratik ve laik bir toplumda gerilmeden, bunalmadan yaşayabilir. En fazla “cahillere” acır. İkinci tutum, herkesi ikna etmekle görevlidir. Ancak inanç, bir başkasına ikna ile taşınamaz.
İkinci tutum başarısız kaldıkça, mesajı, ikna çabasını sorgulamak yerine, “mesajı” alıp da kabul etmeyenleri, kutsalın kasıtlı düşmanları, “müşrik”, hatta şeytan olarak ilan ederek imha edilecekler listesine ekler.
Son olarak bu karmaşıklığa, Avrupa’dan bakmakla, Müslüman bir dünyada yaşarken bakmak arasında önemli bir fark vardır.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

AKP’de travma... 11 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları