Siyaset bir süredir türlü fantezilerle yürüyor. Bu fanteziler, muhalefetin, kendi iktidarsızlığının sıkıntılarına katlanmasını, bu arada rejimin de işini kolaylaştırıyor. “Seçimleri biz kazanacağız” iddiası bunlardan belki de en çarpıcı olanıdır. Sanırım üç örnek daha düşünülebilir.
1) Rusya, Çin (İpek Yolu) ilişkileri üzerinden tedavüle sokulan bir emperyalizm karşıtlığı: Bu akıl, emperyalizmi siyasi, askeri bir olguya indirgediği için, gerileyen bir emperyalist blokun etkisinden, yükselmekte olan güçlere yanaşarak kurtulabileceğini, böylece bağımsızlığını kazanabileceğini sanıyor. Halbuki modern emperyalizm, esas olarak ekonomik, finansal, teknolojik bağımlılık üzerinden ülkelerin egemenliklerini sınırlıyor, yönlendiriyor.
Karşımıza, oligopollerin tedarik zincirlerinin, finans-enerji ağlarının şekillendirdiği bir kapitalist dünya ekonomisi var. Yalnızca, birkaç örnek vereyim: Bazı önde gelen endüstri dallarında, sırasıyla, global dev şirket sayısı ve bunların piyasa payı (yüzde olarak): Büyük hacimli ticari uçak, 2 şirket / pazarın 100’ü; gazlı meşrubat, 2/70; gaz türbinin, 3/80; tarım makineleri, 3/70; cep telefonu, 3/60; likit kristal TV ekran, 3/50; otomotiv, 6/70; ilaç, 10/50; mikro çip, 4/90; cam şişe, 2/75, PC, 1/90; finansal enformasyon, 2/86; elektronik oyun, 2/77.
Bu dünya ekonomisi içinde, bağımsızlık konusunda samimiyseniz, küresel oligopol konumundaki şirketlerin, küresel tedarik zincirlerinin, finansal ağların, ekonomik politikalarınızı belirleme gücünü kırmaktan söz etmeniz, bu arada dünyada toplam servetin yüzde 80’inin, toplam hane halkının yaklaşık yüzde 8-9’unun elinde yoğunlaşmış olduğunu da aklınızda tutmanız gerekiyor. Yoksa, emperyalizmle mücadele iddiası, şoven milliyetçiliğin son sığınağı, yerel despotları desteklemenin bahanesi olmaktan öteye gidemiyor...
2) Siyasal İslamın iktidarını durduracak bir siyaset üretemeyen çaresizlik, son haftalarda Abdullah Gül’ün adını dolaşıma sokmuş görünüyor. Gül, CB iken, siyasal İslamın ilerleyişinin tüm adımlarını onaylamış, CB makamının (ve ülkesinin) onurunu, Suudi Kralı’nın otel odasına giderek (nedense aklıma Hariri geldi) ayaklar altına almış, iradesi zayıf bir siyasetçidir. Risk almaktan, en yakın “dava” arkadaşlarını bile acımasızca tasfiye etmekten, muhalefete karşı şiddet kullanmaktan hiç çekinmeyen kararlı bir siyasetçinin karşısında Gül’ü bir seçenek olarak düşünmek muhalefetin çaresizliğinin ifadesi bir fantezidir. Siyasal İslamın iktidarının toplumun en derin köşelerine, bireyin, kadınların, çocukların bedenlerine kadar sızmasını salt Erdoğan’ın iradesine indirgemek de...
3) Bir zamanlar, “yetmez ama evet” ile darbeye karşı “demokrasi cephesi” kuran tipler, tam da Gül’ün adının tedavüle girdiği şu günlerde, “en geniş demokrasi cephesi” çağrısı yapıyorlar. Dün, ılımlı İslam üzerinden demokratikleşme fantezisi gerçekleştiğinde, ortaya nasıl bir “canavar” çıktığını henüz unutmadık.
Gerçeğe dönersek, tarih, başarılı “cephelerin”, belli sınıflar arasında bir pratikte, eylemlerde ortaya çıkmaya başlayan bir yakınlaşmanın, bu sınıfların temsilcisi partilerin siyasi etkinliklerini bu yakınlaşma üzerinden koordine etmeye başlamasıyla gerçekleşebildiğini gösteriyor.
Bugün Türkiye’de, muhalefet kanadında, sınıfsal bağlamda tanımlanabilir bir temsil ilişkisine sahip partiler, gruplar yok. Bu koşulda kimi “ünlü” bireylerin (hele siyasi pratikleri çoktan iflas etmişse) yaptıkları cephe çağrıları muhalefeti güçlendirecek sonuçlar üretemez, üretememiştir de... Ancak, dinci-totaliter bir rejimin inşasının tamamlanmasına seyirci kalmak da bir seçenek değildir.
Tüm olumsuzluklara karşın, hiç olmazsa belli bir kitle tabanına, siyasi söylemlerinde asgari benzerliklere sahip olan siyasi yoğunlukların, siyasi pratikte yakınlaşması, tabanlarının ortak bir dili benimsemeye başlamasına bağlı olarak eylemlerinin ve giderek muhalefetin direnişinin koordine edilmesi, totaliter rejime direnebilecek bir hareketin yaratılabilmesi mümkün olabilir.
Türkiye’de siyaset
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...