Beş yıl önce 28 Mayıs’ta bir “şey” başladı; yaklaşık bir ay sürdü. Bir aylık dönemde resmi sayılarla yaklaşık 11 milyon insan, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın “İstibdat” rejimine karşı İstanbul’da, ülke çapında sokakları, meydanları doldurdu.
Olay ve üç saptama,üç tutum
Bu “şey”e ilişkin üç saptama yapmıştım: Birincisi, “şeyi” felsefi anlamda “Olay” olarak tanımlamak, hakikatine sahiplenmek gerekir. İkincisi “Olay” kalıcı olmayan bir andır, tarihsel olarak biriciktir. Bir daha tekrarlanmaz ama katılan-izleyen birçok bireyde kalıcı izler bırakır. Üçüncüsü, “Olay”dan sonra, olaya ilişkin, toplumda üç tutum şekillenir.
Birincisi, “Olay”ın hakikatini benimser, onu evrenselleştirmek için mücadele eder. İkincisi, tepki duyar, bireylerde bıraktığı izlerisilmek için mücadeleeder. Üçüncüsü, bir şey olmamış gibi devam etmek ister.
Beş yıl sonra, geriye doğru bakınca, ikinci tutumun egemen olduğunu görüyoruz. Olay’ın hakikatine sahip çıkan, evrenselleştirmeye, toplumsal dinamik yaratmaya kararlı bir özne ortaya çıkmadı. Sol hareketin önemli bir kısmı “Gezi”de yaşanan şeyi neo-liberalizme karşı güçlü ama sıradan bir başkaldırma olarak gördü; böylece Cumhuriyet tarihinin en önemli anlarından birini yaşamış ama anlamını kaçırmış oldu.
Olay’ın hakikati
Olay, ülkede, “şeylerin andaki durumunu değiştirmeyi arzulayan”, bu yönde aralarındaki bölünmüşlükleri bir kenara koymaya hazır güçlü bir toplumsal dinamik olduğunu ortaya koydu. Bu “1968”deki durumu anımsatır biçimde, kapitalizme yönelik kültürel (özgürlüğe, ekolojiye, cinsel sorunlara, ırkçılığa ilişkin) ve toplumsal (baskıya ve sömürüye ilişkin) eleştirileri birleştirebilen bir dinamikti. “Gezi”, Kahire, Madrid, Wisconsin, New York, Londra gibi çeşitli kentlerde patlak veren “meydan işgal” olaylarıyla aynı “zamanı” paylaşıyordu, evrensel bir boyuta sahipti. Sosyalistler tüm bu özellikleri değerlendirecek, “Olay”ın hakikatine, insanına uygun örgütlenme, çalışma tarzı biçimleri geliştirmeyi, bir yeni başlangıç yapmayı başaramadılar.
AKP’de temsil edilen siyasal İslamın entelijansiyası (egemen sınıfı), Gezi “Olayı”nın hakikatini hemen gördü, ancak bastıramadı. Siyasal İslamın temsilcileri, yaklaşık bir ay boyunca ülkenin ve dünyanın gözleri önünde edilgen ve etkisiz kaldılar, teşhir oldular. çok korktular, bir “kolektif travma” yaşadılar.
Bu travmanın bir etkisi, siyasal İslam kendi içinde ayrışmaya, diğer etkisi de toplumsal muhalefet üzerindeki baskıları büyük bir hızla arttırmaya başlaması oldu. Bu egemen sınıf, “Pasif devrimini” ilerletmek için toplumdan aldığı rızanın sınırlarına gelip dayanmıştı. Siyasal İslamın hegemonyası artık gerilemeye başlıyordu. Bu sınıf, “rıza” alma kapasitesi geriledikçe, devleti yeniden şekillendirmekte, iktidarını konsolide etmekte daha fazla baskı ve şiddete başvurmak zorunda kalacaktı. Haziran seçimleri ve anayasa oylaması, siyasal İslamın artık toplumun yüzde 50’sinden fazlasının oyunu alamayacağını, saflarına katamayacağını kanıtladı. “Gezi Olayı”nın en büyük mirası buydu ve bu “hakikat” siyasal İslamın entelijansiyasının ruhunun derinliklerine kazınmıştı.
Bu travmanın etkileriyle, siyasal İslamın egemen sınıfı kendi içinde ayrışır, “pasif devrim çocuklarını yemeye başlarken”, iki şey oldu: Siyasal İslamın entelijansiyasının realite ile bağları tamamen koptu, “şizofren-paranoyak” bir akıl şekillendi: Artık “Gezici” umacısının yanında, her taşın altından çıkan bir “kokteyl terör”, daha sonra da FETÖ, tüm ipleri elinde tutan “üst akıl” diye bir şey vardı; şimdi, tüm dünyaya karşı kutsal davaları ile yalnızdılar. İkincisi, bu ayrışma sürecinin sarsıntıları, iktidarın daha fazla merkezileşmesine, tek adam rejimine sığınmasına yol açtı.
Siyasal İslamın AKP’de temsil edilen iktidarı, “Darbe” şeyinden sonra da Meclis’i ve yasaları bir kenara koyarak “OHAL” ile yönetmeye başladı; artık başka türlü yönetemeyeceği için...
Seçimlere giderken seçenekler de ya “Gezi”nin temsil ettiği “Hürriyet” ya da AKP rejiminin temsil ettiği “İstibdat” olarak şekillendi... Adeta başa dönmüş gibiyiz!
Ya ‘hürriyet’ ya ‘istibdat’
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...