Ayşe Emel Mesci

Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği

07 Haziran 2021 Pazartesi

MSM’de (Müjdat Gezen Sanat Merkezi) 2016 yılında 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “Mucize” adlı oyununu sahneye koymuştum. 2017’de İsmet Küntay Ödülleri’nde bu oyunla En İyi Yazar ödülünü kazanan İlker Paşa ile birlikte Ulusal Kanal’da Hayati Asılyazıcı’nın programına konuk olmuştuk. İlker Başbuğ orada Atatürk’ün 1922 yılında, Büyük Taarruz’dan bir süre önce kaleme aldığı bir nottan söz etmişti. Atatürk, cumhuriyetin dört “sütun” üzerinde yükselmesi gerektiğine işaret ediyordu: Eğitim, ekonomi, sanat ve şehirleşme.

SOSYAL GEÇİRGENLİK

Bu “dört sütun”, aslında “eski”den ne yönde kopulacağına ve “yeni”nin ne yönde kurulmak istendiğine işaret etmesi açısından son derece önemli. Nitekim Cumhuriyet kurulduktan sonra girişilen hızlı ve kesintisiz devrim hamlelerinin şekillendiği öncelikli alanlara bakıldığında, Atatürk’ün gerçekten de bu plan doğrultusunda yürüdüğü görülüyor.

Eğitimin yaygınlaştırılması ve “Tevhid-i Tedrisat” Kanunu’yla tek merkezli ve seküler hale getirilmesi, kız çocuklarının eğitimine ayrı bir önem verilmesi, bir yanıyla kulluktan yurttaşlığa geçiş projesinin en önemli dayanağını oluşturuyor. Diğer yandan da Cumhuriyetin eşit yurttaşlarına, kızıyla erkeğiyle fırsat eşitliği tanınması yolunun açılmasını ifade ediyor. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 5 Haziran’da Halk TV’de katıldığı programda önemli bir saptama yaptı: Cumhuriyetin bu eğitim sisteminin en can alıcı özelliklerinden biri sosyal geçirgenliği sağlamasıydı. Kuşkusuz eleştirilebilecek yanları da olan bu sistem, her şeye rağmen, Anadolu’nun bir köyünde okuyan bir kız çocuğuna da eğitim sayesinde hayatını başka ufuklara taşıyabilme olanağı vermişti.

LİYAKAT

Böyle bir sistemin yaşayabilmesinin iki temel koşulu vardır: Birincisi eğitimde fırsat eşitliğidir; yani devlet kurumlarında verilen eğitimin maddi olanaklara göre belirlenen özel kurumlardaki eğitimi hem içerik hem de zihniyet açısından dengeleyebilecek düzeyde olması gerekir. İkincisi, liyakattir. Hem girilen sınavların eşit (en azından sorular çalınmadan) ve gerçekten bilgi, yetenek ölçücü şekilde yapılmaları şarttır hem de eğitimlerini tamamlayan gençlerin, özel sektörde, kamuda veya akademide istihdamının temel kuralı biat değil liyakat olmalıdır.

Günümüz Türkiyesi’nde en eksik olan, en çok tahrip edilen konu da budur, liyakattir. Koca bir üniversitenin öğrencileri ve öğretim üyeleri tarafından istenmediği yüzüne haykırılmasına rağmen koltuğuna yapışmayı erdem sayan rektörlerin, rektör eşi kontenjanından makam sahibi olan dekanların, profesörlük unvanıyla böbürlenmeyi akademisyenlik sanan çapsız bölüm başkanlarının ülkesi olduk. İstifa diye bir kurum kalmadı; aba altından sopa göstermek en geçerli eleştiri yöntemi haline getirildi; bilgi değil bağırmak, saldırmak, trollemek öne çıktı. 

Türkiye hiç bu kadar kirlenmemişti. Peki, şikâyet etmeye hakkımız var mı? Akılla, tarih bilinciyle, eşsiz bir ileri görüşle seçilmiş, özenle inşa edilmeye çalışılmış sütunlarını daha ileri taşımak yerine, onların çürümesine, dağılmasına göz yumanların şikâyete hakkı olur mu? O sütunları korumak için fütursuzca ileri fırlayan en değerli genç kuşaklarına, 68’den Gezi’ye kadar gaddarca kıyan, en azından kıyılmalarına sessiz kalan bir toplumun şikâyet etmeye ne kadar hakkı varsa o kadar hakkımız var.

Son günlerde ne yazık ki yine gündeme gelen Atatürk’e yönelik iğrenç saldırıların temelinde de aslında o dört sütuna yönelik uzun yıllardır yürütülen son derece sistematik yıkım çabası yatıyor. Eğitim, ekonomi, sanat ve şehircilik… Bakın bu alanlarda yapılanlara, alçakça katledilen, yeri doldurulmaz cumhuriyet aydını Ahmet Taner Kışlalı’nın sözleriyle, “Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği” noktasına nasıl ve niçin geldiğimizi daha iyi anlarsınız. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları