Ayşegül Yüksel

Savaş en çok bebekleri vurur

15 Mart 2022 Salı

Rusya ile Ukrayna arasındaki savaş başlayalı neredeyse bir ay olacak. “Savaş”a kilitlenmiş bir dünyada yaşıyoruz. 20. yüzyılın son aşamasından bu yana, Balkanlar, pek çok kez Ortadoğu, Afganistan, şimdi de Ukrayna kana bulandı. (Burada sıralayamadığım başka ülkeleri de siz ekleyin aklınızdan.) Savaş, insanın insanı yok etmesi demek. Savaş, “insan gibi var olma” yönünde aldığımız yolun sıfırlanması demek...

Savaş ve kıtlık en çok çocukları vuruyor. Bebeklere ve çocuklara yapılan zulmün yeryüzündeki en acımasız eylem olduğunu ozan Shakespeare iyi bilir. Macbeth’in adamları Lord Macduff’ın şatosunu bastığında yediği bıçak darbesiyle son soluğunu veren minik oğlan çocuğunun “Ben öldüm” dediği tüyler ürpertici an, “Macbeth” trajedisinin pek çok yapımında -seyircinin dayanamayacağı bilinciyle- sahneye getirilmiyor artık. Aynı oyunda, Lady Macbeth’in, kocasını Kral Duncan’ı öldürmeye kışkırtırken verdiği “zulüm” örneğini Sabahattin Eyüboğlu Türkçe olarak şöyle dillendirmiştir: “Ben çocuk büyüttüm, bilirim nedir tadı/ sütümü emen bir yavrunun. Öyleyken,/ Mememi çeker alırdım dişsiz damaklarından,/ Beynini ezerdim kendi yavrumun…”  2. Dünya Savaşı, Nazi toplama kamplarında bebeklerin benzer uygulamalarla analarından koparılıp yok edildiğine tanıktır. 

OYUN YAZARI PİNTER SAVAŞTA ÇOCUK OLMANIN ZORLUĞUNU YAŞADI

Gelmiş geçmiş en büyük oyun yazarlarından Harold Pinter bir İngiliz Yahudi ailesinin çocuğuydu. 2. Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde, Londra’nın bombalandığı dönemin öncesinde ve bombardıman süresince, tehlikeli bölgeden uzaklaştırılıp Cornwall ve Reading’de yaşamak durumunda kaldığında on yaşını doldurmamıştı bile. Etnik kimliği nedeniyle baskı gören topluluklara hep arka çıkması bundandır. 

Pinter, 2. Dünya Savaşı’nda yok edilmeye çalışılmış olan Yahudilerin bugünkü ülkesi İsrail’in, Aralık 2008’de başlayan Gazze’ye yönelik saldırısına -birkaç gün önce yaşamını yitirmiş olduğu için- tanıklık edemedi. Edebilseydi, Filistinli çocukların, üstlerine yağan bombalardan nasıl korktuklarını, yüzlerce çocuğun nasıl kısacık bir süre içinde yaşamdan koparılıverdiğini izleyecekti. Ve “ezenler” bu kez kendi ırkından olsa da “ezilen”in haklarını savunma ilkesinin çiğnenmesine yine karşı çıkacaktı. Acımasızca yok ediliveren çocukların trajedisini 1980’lerin sonuna doğru kaleme aldığı, faşist bir ülkenin sorgulama merkezinde geçen “Bir Tek Daha” başlıklı oyununda yazmıştı bile: Anne ve babasının sorgulanma aşamasında görevlilere yiğitçe karşı koyan küçük oğlan çocuğuna “Çok konuşuyordu” bahanesiyle oracıkta kıyıveren canavarca yaklaşım zaten Pinter tiyatrosunda seyirciyle buluşmuştu. 

TEYZE, AMCA BİR İMZA VER, ÇOCUKLAR ÖLDÜRÜLMESİN 

Nazi Almanyası’nı ve 2. Dünya Savaşı’nı anlatan tiyatro, edebiyat ve sinema yapıtlarının yansıttığı nice yürek burkucu sahneyi anımsarken öncelikle Steven Spielberg’in “Schindler’in Listesi” filminde, oradan oraya sürüklenen kalabalık içinde gördüğünüz, sonra da siyah-beyaz filmin derinliklerinde yitip giden kırmızı paltolu küçük kızı canlandırın kafanızda. Yüreğimize saplanmış bir vicdan yarasıdır o minicik kırmızı görüntü… Nâzım Hikmet’in Hiroşima’da atom bombasının etkisiyle kavrularak ölen küçük kızın seslenişini dillendirdiği “Çalıyorum kapınızı/ teyze, amca bir imza ver/çocuklar öldürülmesin/ şeker de yiyebilsinler” sözleriyle dillere destan “Kız Çocuğu” şiiri 2. Dünya Savaşı’ndan on yıl sonra yazılmıştı. 

1950’de Kore Savaşı’nda, ardından Vietnam Savaşı’nda yitirilen çekik gözlü, sarı benizli çocukların acısına, bir yandan da Afrika’nın “açlıktan ölmekte olan” kocaman zeytin gözlü, kara derili miniklerinin yası eklenmekteydi. Ortadoğu’da uzun yıllardır kurban edilmekte olan, gülmeyi unutmuş esmer çocukların yazgısı şimdi de Ukrayna’nın sarışın, mavi gözlü bebeklerinin kıyımıyla yineleniyor. (2. Dünya Savaşı sırasında -savaşsız ama karartmalı bir Türkiye’de- doğan benim kuşağımın yazgısı da bütün bunlara tanık olmakmış).

GÜÇLÜ OLAN HAKLI MI?

Görülüyor ki savaşın gerekçesi etnik, dinsel ya da yöresel farklılıkların, ekonomik çıkarların ötesindeki boyutlara da taşmış durumda. Bir strateji oyunudur gidiyor… Kafa ile yüreğin, bilgi ile sağduyunun birbirine yabancılaştığı dünyamızda “ilkel” olan ile “uygar” olan arasındaki karşıtlık da yok oluveriyor. Orman yasaları insanlar arasında bugün de yürürlüktedir: “Güçlü olan haklıdır.” “Uygarlık” bir “maske”dir yalnızca.

Gerekçesi ne olursa olsun savaşın dünyayı cehenneme çevirmesine duyarsız kalıyorsak, şunu unutmamalıyız: Ağzımıza attığımız her şeker parçasında savaş yüzünden yaşamdan koparılmış çocukların hakkı vardır...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

'Devlet Ana’ sahnede 26 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları