Işıl Özgentürk
Işıl Özgentürk isilozgenturk@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

SINIRDA GÜNDÜZ VE GECE (2)

28 Ekim 2014 Salı

Ben Kobani İçin Ağlıyorum

Az önce Kobani sınırında direniş zinciri oluşturduğumuz yazar dostların bir kısmı gitti. Ben hâlâ Mehser (Çaykara) köyündeyim ve bu gece orada kalacağım. Biraz nereye gittim ne yapıyorum anlatmalıyım. Gözünüzün önüne getirin, köyün avlusu oldukça geniş camisi, dışardan gelen konuklar için yatakhaneye çevrilmiş, ayrıca gene herkes caminin içinde oluşturulan yemekhane bölümünde sıraya girip ekmeğini, yemeğini alıyor, kim olduğun önemli değil. Üniversite öğrencileri, öğretmenler, doktorlar, yani tüm ülkeden ve dünyanın pek çok yerinden gelmiş kadınlar, erkekler, arada çocuklar…
Birden gene bir havan topu atılıyor. Ses çok korkunç ve yanımda Kobani Halk Meclisi’nin üyesi orta yaşlı bir kadın var: Feyize. On gün önce Kobani’den gelmiş, başını eğip sessizce ağlamaya başlıyor, Kobani’de biri gazeteci olarak çalışan, diğeri sıcak savaşta iki kızı var. Ben “Kızlarınıza mı ağlıyorsunuz” diye sorulacak en kötü soruyu soruyorum, şaşkınlıktan olacak, o “Hayır ben bütün Kobani için ağlıyorum” diyerek beni mahcup ediyor.
Onun gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarından öpüp kendimi affettirmeye çalışıyorum.
O sırada yanıma Şırnaklı Evin yaklaşıyor, “Sen gece kimlerle kalacaksın” diye bana soruyor. “Bilmiyorum” diyorum, “Şırnak bölgesinde bizlerle kalabilirsin” diyor. Evet burada Şırnak, Diyarbakır, Bingöl, aklınıza kaç il gelirse herkesin bir bölgesi var. Yani kaldıkları bir ev var. Ben şimdilik caminin avlusunda çay içip, havanın kararmasını bekliyorum.
Tam çayımı içerken, iki müthiş patlama oluyor, caminin camları sarsılıyor. Ve birden herkes seviniyor. Ben de herkes gibi gökyüzüne bakıyorum, bir uçak işaret fişeği atıyor. Meğer şöyleymiş; uçaklar IŞİD mevzilerini bombalayıp isabet ettirdiklerinde işaret fişeği atarak Kobani’de savaşan YPG güçlerine haber veriyorlarmış. Evet, fişeği gördüğümüze göre Fransız uçakları IŞİD mevzilerinde hedefi vurmuşlar.
Gece ilerliyor, ben hâlâ caminin avlusundayım. Güzeller güzeli, Diyarbakırlı Firuzan yanıma gelip çay isteyip istemediğimi soruyor. Elbette istiyorum, o yedi gündür burada, Diyarbakır’dan gelmiş, işleri organize ediyor. Bir yandan da “Ben güzelim değil mi” diye soruyor, “beni artist yaparsın artık”. Doğru söze ne denir, gerçekten çok güzel... O sırada Firuzan’ı çağırıyorlar, İzmit’ten gelen bir ekip varmış, yer bulamamışlar. İş Firuzan’a düşüyor, hayda koşturup yanımdan gidiyor.
Şimdi bir soru, insanlar bütün gece neden nöbet tutuyorlar? Nedeni şu, birincisi karşıya moral, ikincisi herhangi bir IŞİD sızıntısını engellemek. Nereden, Türkiye’den. Bu önemli, çünkü burada konuştuğum hemen herkes hâlâ IŞİD militanlarının sınırlarımızdan geçtiğini söylüyor.
Sözü kısa keselim, çünkü gördüklerim, duyduklarım bu kadar değil. Sizlere mülteci kamplarını ve burada çalışan gönüllüleri anlatmak istiyorum.

Suruç’ta bir gönüllü ordusu var!
Suruç, köyleriyle birlikte yüz bin nüfuslu bir ilçe. Savaş nedeniyle Kobani’deki akrabalarına yüreğini ve tüm imkânlarını sonuna dek açmış bir yurt parçası. Şu anda nüfusunun kaç olduğu bilinmiyor. Çünkü Suruç’ta sadece mülteciler yok, bir o kadar da Türkiye’nin ve dünyanın her yerinden gelmiş gönüllüler ordusu var.
İlk olarak Arin Mirxan çadır kentine gidiyorum. Arin Mirxan tüm Suruç ve mülteciler için çok değerli bir ad. O Kobani’de savaşırken ölen çok genç bir kızın adı.
Çadır kent bin beş yüz kişiyi barındırıyor. Ve kentte her şey seçilmiş bir kent komitesi tarafından yürütülüyor. Çevremdeki herkes Kürtçe konuşuyor, neyse ki yanımda Leyla var, hem fotoğraf çekiyor hem de benim gönüllü çevirmenliğimi üstlenmiş. Ayrıca komitede Türkçe bilen iki genç kadın var. Biri Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde çalışıyor, izinini burada kullanıyor, öteki Marmara Üniversitesi’nden, o da iznini burada kullanıyor.
Leyla’yla çadır kentte dolaşıyoruz. Ve bize anlatıyorlar, ilk günler çok sıkıntı çekilmiş, birdenbire binlerce insan Suruç’a akın etmiş. Akrabaları olanlar onların yanına geçmiş ama yüzlerce kişi de Suruç’un sokaklarında kalakalmış. Ama işte dayanışma o zaman başlamış, Suruç’un genç Belediye Eşbaşkanı Zühal anlatıyor. Herkes seferber olmuş, komşu belediyeler anında yardım göndermişler. Suruç yedisinden yetmişine yardıma koşmuş. Hele de çocuklar, çadırların altına döşenecek biriketleri bir ordu kurup tek tek taşımışlar.

Burada herkes yoldaş!
Kampta her şeyin mükemmel olduğunu söylemek olanaksız. Özellikle hijyen, sorumlu herkesin en çok dikkat ettiği şey. Çünkü küçük çocuklar var, banyo koşulları çok zor olduğu için bitlenme söz konusu olabilir. Sonra salgın hastalıklar var ve önümüz kış! Banyo için su ısıtılan çadır önlerinden geçip gidiyoruz, arkamızda bir çocuk ordusu. Birden çadırların birinin önünde acıyla kıvranan bir kadın görüyorum. Kobani’den on gün önce gelmiş ve gelirken mayına çarpmış, ayağını kesmişler, şimdi çok ağrısı var. Az sonra yeniden doktora gidecek, öylece acıdan kıvranarak duruyor.
Tam o sırada, dört beş çocuk ellerinde patlak bir top, açıklık bir yere doğru koşturuyorlar. Topları patlak ve ben “topları hep patlak olan çocukları” düşünüyorum. Onları nasıl bir gelecek bekliyor? İster Kürt olsun, ister Türk, İster Alevi, ister Sünni, bazı çocukların topları hep patlak.
Ve buradaki herkesin hemen hemen hikâyesi aynı. Hikâyeye bir başlık koyacak olursak şöyle demeli: BEKLEYİŞ ve YURDUMUZA NE ZAMAN DÖNECEĞİZ?
Bu çadır kentten çıkıp Rojava çadır kentine gitmek için yola koyuluyoruz ki, tam arabamız hareket ederken, bize eşlik eden; burada herkes birbirine “yoldaş” diye hitap ediyor, ben de uyuyorum, yoldaş Abdullah’ı gencecik bir çocuk durduruyor. “Hey sen Adıyamanlı mısın?” diye, o da arabadan çıkıp “evet” diyor, bir süre konuşup sonunda öpüşerek veda ediyorlar. Ben merak içindeyim, konuşmalara kulak bile kabartmadım çünkü Kürtçeydi, neyse ki Abdullah yoldaş bana anlattı. O genç adam Adıyaman’dan çıkıp gelmiş, kendisi Zihinsel Özürlüler üzerinde çalışan bir öğretmen. Düşünmüş ki, buradaki çocukların en çok ihtiyacı olan şey, Kürtçe bilen bir öğretmen. Evet dil mülteci çocukları için çok önemli, çok iyi anlıyorum, çünkü o çocuklara Türkçe nasıl uzak geliyorsa bana da Kürkçe o denli uzak. İnsan kendini ifade edemediğinde bir hiç oluyor. Genç öğretmen onların eli ayağı...

Gönüllü ordusu depoda
Kocaman bir depo düşünün ve yüzlerce çeşit ihtiyaç maddesi. Türkiye’nin ve dünyanın her yerinden Suruç’a yardım malzemesi yağıyor ama onların istiflenmesi, çadır kentlere göre ayrılması, depolanmada herhangi bir aksama olması için tek tek yazılması gerek. İşte Türkiye’nin her yerinden gelen gönüllüler en çok depolamada işe yarıyor. Yerel halkın uzun saçları ve küpeleri nedeniyle “hippi” olarak nitelendirdiği gönüllü gruplar yüzlerinde maske, ellerinde eldiven bu zor işin üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Pek çoğu okullu ama okullarını dondurmuşlar, belli ki uzun bir süre burada kalacaklar, çünkü savaşın kısa zamanda bitmesi pek olanaklı gözükmüyor.
Onlar nerede kalıyor, nerede yiyip içiyor merak ediyorum. Komitedekiler bana “Hâlâ anlamadın mı?” dercesine bakıyorlar, “burada bir komün hayatı var. Her gönüllü onun bir parçası, herkesin karnı doyar, herkese bir yatak bulunur”.
Yolumuz bu kez Rojava çadır kentine düşüyor. Burası ilk kurulan kentlerden biri, komitede kadın bir başkan var. Arapça, Kürtçe, Türkçe ve İngilizce biliyor. Ve bu çadır kentte Eğitim-Sen bir süre sonra eğitim başlatacak, yani çocuklar okullarına devam etmiş olacaklar. Kampta şimdilik çocuklardan ve onların eğitiminden, psikolojik problemlerinden sorumlu, saçları uzun (hippi) bir öğretmen var. Aslında sınıf öğretmeniymiş, atanamamış, iyi de olmuş o günlerdir Suruç’ta. Komünün bir parçası.
Sadece çadır kentlerde değil, tüm Suruç’ta bir komün olgusu hissediliyor. Evler mültecilerle dolu. Birazcık aşım var, sen de ortak olabilirsin! Ben arada kahve içmek için uğradığım bir kafede Garo’yla tanıştım. Garo, bir aydır ailesiyle birlikte Suruç’ta, ağabeyleri Kobani’de savaşıyor. Garo garsonluk yapıyor, Ermenice, Türkçe, Kürtçe ve Arapçayı sular seller gibi biliyor ve kara gözleri pırıl pırıl. Günde on lira kazanıyor, olsun ailesine bakıyor ya.
Sevgili dostlarım, anlatılacak o kadar hikâye var ki, ben şoke olmuş bir haldeyim. Sanki bir başka gezegendeyim. Ve bu gezegende epeyce zamandır unuttuğum bazı duygular; merhamet, dayanışma, paylaşma ve birbirinin diline, inancına saygı, yeniden gelip beni buluyor. Uzundur unuttuğum bir sözcük, “yoldaş” yeniden gelip içimi ısıtıyor ve yeniden sınıra gitmek için yollara düştüğümde, savaş seslerine alışmaya başladığımı hissediyorum. Ama savaşa alışmak olmaz, çünkü savaş bir film değil, bir gerçeklik, hem de acı bir gerçeklik.

Not: Bölgede benimle birlikte dolaşan ve fotoğraf çeken Leyla Mumin’e, 78’lilere ve evinde misafir olduğum Suruç Belediye Eşbaşkanı Zuhal Ekmez’e özellikle teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca ilk yazımın sonunda Yarın: KOBANİ’DE GECE yazmışım. Kusura bakmayın, sınırın o kadar yakınında durmuşum ki, kendimi Kobani’de hissetmişim. Oysa geçemedim. Bir gün geçeceğimi umut etmek istiyorum. Ediyorum da!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları