Kaderimiz de Aynıymış

30 Aralık 2013 Pazartesi

Aramızdaki tek paylaşılamayan şeyin yalnızca “yoğurt” olduğunu mu düşünüyorsunuz. Baklava, yemek adları, Türk sanat müziği, âdetler ve hayata bakışlar birbirinin içinden çekilip çıkarılmış iki hayat sanki. Hangi ülkeden bahsettiğimi anladınız sanırım. Tabii ki Yunanistan’dan bahsediyorum. İç içe yaşanan yüzlerce yıldan, birbirine benzeyen iki farklı etnik ve dinden gelen topluluklardan bahsediyorum.
Türkiye’de doğmuş, daha sonra Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmış bir dostumuzla yaptığımız sohbeti size aktarmak istiyorum. O dönemde kriz daha başlamamıştı ama Atina sokakları yangın yerine dönmüştü. Kendisi de gazeteci olduğu için neler olduğunu öğrenmek istediğimi söylediğimde bana dönerek sözüne başlamıştı.
“Şu anda sizin de bizden pek farkınız yok. Siz de Ergenekon ve Balyoz gibi davalarla uğraşıyorsunuz. Bu davaları bir siyasi hesaplaşmaya doğru çevirmek üzeresiniz. İstersen ben sana biraz geriye dönerek bir analiz yapayım da sen de neler yaşanacağını bil” demişti. “Sizin yaşadıklarınızın bizimle ne alakası var” dedim ama sonra anladım ki aslında çok erken konuşmuşum.
“Biz aslında üçüncü Cumhuriyet dönemini yaşıyoruz. 1963’te başlayan darbeyi 1974 yılında bastırdığımızda güç dengeleyici olarak polisi koymuştuk. Açıkçası darbeyi önlemek adına yaptığımız bu süreç bir cadı avına dönüşmüş ve birçok insan da suçsuz yere ceza almıştı. Askerler sokaklarda üniformalarıyla gezemiyor hale gelmişti” dedi ve devam etti. “Ama o dönemde bu ayrıntı bizim için çok önemli değildi. Sonunda aklanmak için bir bedel ödüyorduk, bu da görmezden geleceğimiz bir bedeldi bizim için” dediğinde yok artık demeye başlamıştım. Bizde de “safra temizliyoruz” sözleri aklıma gelmişti.
“Sonra baktık ki iş polis devletine doğru gitmeye başladı. Polislerin baskısından kurtulmak için yargı erkini kullanmaya karar verdik. Dönemin önemli savcıları büyük müdahalelerle derin yapılanmaları yok ettiler. Usulsüz ve keyfi uygulamalar sonucunda aslında birçok insanın haksız yere suçlandığını fark ettik” dedi. Bir nefes aldı ve sürdürdü anlatmayı. “İşin doğru yönü sanırım yargı sisteminde diyerek onun arkasında durmaya karar verdik. Bu arada demokrasinin arkasında durmak kimsenin aklına gelmiyordu. Siyasetçiler de sorun çözmekten çok kayıkçı kavgası peşindeydiler. Ayrıca bizim siyasetçi profili, önce giden sonra da dönenlerden oluşurdu. Hep aynı kişiler arasında döner durur bizim siyasi kaderimiz” dediğinde artık söyleyecek sözüm yoktu.
“Yargının arkasında durunca gün geçmedi ki siyasete müdahale olmasın. Tartışmalar bu sefer yargı üzerinden gelişmeye başladı. Yargıya güven azaldıkça ve kararları sorgulandıkça insanlar sokaklara daha fazla çıktılar. Çıkanlar önce yürüdü, sonra şiddete başvurmaya başladı. Sonunda geldiğimiz nokta anarşist olmaktı. Artık bir kesim devleti hiç tanımıyordu. Çünkü devletin de onları tanımadığını düşünüyordu.”
Bu konuşmanın üzerinden sanırım üç sene geçti. Bu arada Yunanistan iflas etti ve insanlar yardım kuruluşları önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başladı. Gelinen bu noktadan nasıl geriye dönüleceğini onlar hâlâ bilemiyor ama arkadaşım “Biz sizin önünüzde mayın eşeği gibi ilerliyoruz. Bu kadar aptal olmayın, aynı mayınlara siz de basmayın. Doğru çözümün sivil toplum örgütlerini aktifleştirerek siyaset yapmak olduğunu anlayın” demişti.
Sizce “yoğurt” kavgası varken “demokrasi” kavgasına gelebilir miyiz? Yoğurdun isim hakkı için uğraşırken demokrasinin hakkını verebilecek miyiz?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları