Bugün 23 Eylül… Her ‘ekinoks’ zamanı olduğu gibi gece ve gündüz eşitleniyor… Kuzey kutbu için sonbahar; ilk günüyle ‘merhaba’ diyor… Yaz mevsimini resmi olarak uğurladığımıza göre arkasından biraz dedikodu yapabiliriz…
Hatırlarsınız; 2025 yazına, halkın plajlara ücretsiz erişim hakkını gasp eden işletmeler için belediyelerin kararlılıkla gerçekleştirdiği girişimlerle başlamıştık… Ege ve güney sahillerinde vatandaştan fahiş fiyatlar talep eden işletmelerin denetlenmesi haberleri ardı ardına gündeme düşmüştü… Pek çok işletmenin plajı işgal eden şezlong ve şemsiyeleri kaldırılmıştı.
Ben de Kuzey Ege’de bir sahil kasabasında bulunan evime bu yıl bu olumlu haberlerin ferahlığıyla gittim… Bölgedeki halk plajında işlerin nasıl yürüdüğünü merak ediyordum… Gördüğüm tablo şu oldu: Halk plajının büyük bölümünde şezlong ve şemsiyesiz alanlar var. Geri kalan üçte birlik kumsalda ise belediyeden izinli büfeler, ücret karşılığı servis yapıp, plaj ve şezlong da kiralıyorlar.
Kortizon ve bağışıklık baskılayıcı ilaçlar kullandığım yeni hayatımda güneşle ilişkim de sınırlı. Ya sabah 10’dan önce ya da akşamüzeri güneş etkisini azaltınca denizden yararlanıyorum… Bu yüzden kendi havlumla sandalyemle gidip, şemsiyeye ihtiyaç olmadan kıyıda takılabiliyorum… Geri kalan saatleri de evde çalışarak geçiriyorum…
Evdeki tadilat ve temizlik günlerinden birinde tüm günü plajda çalışarak geçirmeye karar verdim… ‘Şu şezlong ve şemsiyelerden, ücreti neyse ödeyip ben de kullanabilirim’ diye düşündüm… Sabah erken saatlerde gittiğim için şezlonglar henüz bomboştu… Denizin hemen kıyısındaki, yani en önde bulunan şezlonglardan birine yöneldim… Hemen bir ses geldi: ‘Ön sıralar rezerve yalnız efendim!’ ‘Bir gün önceden mi ayırtıyorlar?’ diye sordum. ‘Haftalık rezerve ediliyor, erken rezerve.’
Bana en arka sıralardan bir şezlong ve şemsiye önerildi. Yalnız olduğum için daha sonradan biz erkekleri yığdıkları bir alan olduğunu anladığım bir köşeye alındım. Askerliğini yapanlar ve yapmayanlar olarak da ayrılıp dişlerimize de bakılacak mı diye düşünürken ‘Ücret peşin yalnız ağbi’ denildi. Ben üç otuz bir şey zannederken epey de bir para istendi. ‘Günü artık böyle planladık, bozmayayım’ dedim, ödedim, aynı denizi paylaşacağımız kadınlardan ayrı olarak güneşleneceğimiz yerime geçtim.
Öğlen saatlerinde plaj dolana kadar gelen her insanla, büfedeki genç çocuklar arasında aynı dialoglar defalarca duyuldu… ‘Rezerve efendim’, ‘Erken rezerve’, ‘Evet erken’, ‘Rezerve, önler komple ön rezerve.’ Sonra turistler de geldi, ne hoş, personel yabancı dil de biliyor… ‘Reservation madam, pre rezervation, yes, sorry, but pre.’ Her gelen biraz söylense de ‘pre’yi deve yapmanın alemi yok’ diye düşünerek çok gerilerde gösterilen yerlere kuzu gibi geçti.
Açıkçası arkaya mevzilenen rezervasyonsuz kalabalık olarak saçma bir psikolojiye de girdik. ‘Bir hafta önceden rezervasyon yaptırıp, halk plajında -premium- kafası yaşamak isteyen bu insanlar kimlerdir’ diye saçma bir meraka düştük. Öğle saatlerinde kraliçe ve şürekası kabilindeki insanlar yavaş yavaş gelip süitlerine geçmeye başladılar. Senin benim gibi insanlardı. Önemli bir bölümünün gurbetçi vatandaşlar olması dışında ayırt edilir bir özellikleri yoktu.
Bütün bu ‘pre’ ve ‘rezervasyon’ diyalogları havada uçuşurken, okul yıllarında tarih derslerinde aklımıza kazınan ‘Preveze Deniz Zaferi’ başlığı belleğimdeki yerinden doğrulup ‘Prezerve Deniz Savaşları’ halini aldı ve yüzümde bir gülümseme halinde dudağımın ucuna kondu… ‘Ne kavgam bitti ne sevdam…’ Evet, tüm bunlar olurken büfenin radyosunda Sezen söylüyordu…
Memlekete olan sevdamız da birbirimize karşı savaşımız da bitmiyor. Dün Preveze Deniz Savaşlarında donanmamız düşmanla mücadele ediyordu… Bugün modern dünyada, son derece sakin, huzurlu olarak hayal edilen bir tatil ise şezlong savaşlarıyla yine mücadele alanına dönüyor… Neden? Çünkü ayrıcalık istiyoruz.
Peki ne oldu Cumhuriyet’in ‘ayrıcalıklıların tahakkümüne son verip’ herkesin eşit olduğu bir düzen yaratma çabasına? Ücretsiz halk plajında bile öne geçmek için ayrıcalık satın alarak mı bu Cumhuriyet’i yaşatacağız, yoksa onu bu hale getirenlerden biri de biz miyiz?
Aslında mesele şezlong değil. Mesele, bizlerin hayatın her alanında “önce ben” deme alışkanlığı. “Biraz Sert” adlı kitabımda anlatmıştım: “Acaba kaçımız Cumhuriyet’in ne olduğunu biliyor? Cumhuriyet eşitliktir ama biz sıraya bile girmiyoruz!”
Uçakları düşünün. Daha kapılar açılmadan, şak diye ayağa kalkıp, koridorda en öne geçip uçağı ilk önce terk etmek isteyenlerin sayısı onca uyarıya rağmen azalmıyor. Bunu yapan insanlar sadece iktidar partisi seçmeni mi? Elbette hayır, her partiden, her milletten, her inançtan ve her cinsiyetten yolcu var. Peki bu uçak şimdi bir Cumhuriyet uçağı mı? Cumhuriyet uçağında temel prensip eşitlik, medeniyet yani sıraya saygıdır. Ama kapitalist düzenin işlediği bir dünyada bırakın sıraya girmeyi, sıra beklememek için daha fazla ödediğiniz “ayrıcalıklı” bir bölme bile vardır.
Trafikte de aynı manzara… Havaalanına yetişmeye çalışan yolcuya taksici iki seçenek sunuyor: “Kurala uyarsak geç kalırız, emniyet şeridinden gidersek yetişiriz.” Çoğumuz ikincisini seçiyoruz. Metrobüste ise kapılar açılmadan önceki itiş kakış, bir hayvan belgeselini aratmıyor. Hayvanların günahını da almayalım, çünkü doğada bile kurallar varken, biz insanlarda kuralsızlık ayrıcalığa dönüşüyor. İtiş kakış… Sürekli bir savaş… Tüm bu sahneler aynı gerçeği fısıldıyor: Biz eşitlikten çok ayrıcalığı mı arzuluyoruz?
Görünen o ki; cevap “evet”. Çünkü yıllarca kuralı çiğneyenin yanına kâr kaldığını gördük. Sıraya giren enayi sayıldı, sırasını bozan işini gördü. Kanun uygulanmadı, liyakat yerini kayırmacılığa bıraktı. Çünkü devlet kuşaklar boyu sağ iktidarlar tarafından “kapitalist” politikalarla yönetilmeye başlandı. Böylece “öncelik/ayrıcalık” toplum için de küçük bir heves olmaktan çıktı, tüketim üzerinden fark yaratma, kendini ayrıcalıklı kılma arzusu bir kültürel koda dönüştü. Sosyologlar buna “habitus” diyor: yani kuşaktan kuşağa aktarılan davranış kalıpları. Jean Baudrillard ise bu “öncelik hakkı bağımlılığını” sıradan nesnelere kapitalizmin yüklediği bir “özel alan fetişizmini” olarak tanımlıyor.
Kapitalizm der ki: “Daha çok öde, öne geç.” Cumhuriyet der ki: “Hepimiz eşitiz, sıraya gir.” Cumhuriyet bir eşitlik ve medeniyet projesi olarak doğdu; kapitalizm ise ayrımcılığı doğal kılan bir sistem. Biz Cumhuriyet’in “eşit yurttaşlık” idealini dilimizden düşürmezken, kapitalizmin“paran kadar yer kapla”kültürünün esiri olduk. Bugün her yerde yaşadığımız kavga, aslında bu iki yazılımın çarpışması. Özünde biz bu ikili arasında bocalıyoruz.
Kapitalizmin bugün karşımıza çıkan biçimi — neoliberal düzen — kökünü insanın en derinine yaslıyor.
. İnsan her şartta ve her şeyden önce hayatta kalmaya programlıdır. İlkel yazılımı şunu söyler: “Hayatta kalayım, önce kendimi kurtarayım” Yani Haldun Taner’in “Benden atlasın kimde patlarsa patlasın” diye tercüme ettiği zihniyet. İşte medeniyet dediğimiz şey, bu vahşi yazılımı hizaya getirmek için var. Kanunlar, yasalar, eşitlik mekanizmaları bu yüzden icat edildi. Eğer onları ortadan kaldırırsanız, insanı kendi haline bırakırsanız, kapitalizmin özünde ilkel yazılımı devreye girer. Ayrıcalık yaratır, başkasının hakkını umursamaz. Cumhuriyet insana özünde olmayan gelişkin bir hâl vaat ediyor. Ama bunun için devleti idare eden hükümetin kapitalist değil Cumhuriyetçi yani medeni ve eşitlikçi olması gerekiyor.
Bu yaz plajlarda gördüğüm sadece şezlong kavgası değildi. Çerçeveyi tamamlamak için, toplumdaki “sen ben” kavgasının nasıl çalıştığını gösteren küçük bir sahneden daha bahsetmekte fayda var.
Tamamen aynı yüzölçümünü paylaştıkları için ebeveynleri tarafından beraber oynamaları önerilen 3 çocuk kumdan kale yapıyordu. Daha doğrusu bir tanesi disiplinle yapıp su taşıyıp it gibi çalışırken, bir tanesi sürekli çalışan çocuğun kafasına vurup çığlık atıyor ve kaleyi yıkıyor, üçüncü de olaylara hiç karışmayıp sadece aptalca gülüyor ve iş yapıyormuş gibi görünen bir takım anlamsız hareketler yapıyordu. İş yapan çocuk düzgün bir Türkçe ile nezih bir biçimde üstelik ağlamadan “yapmayın artık ne olur” dedi. Üçüncü duymazdan geldi aptalca gülerek hayatına devam etti, ikinci ailesine (otoriteye) baktı, ailesi olaylara onay verircesine ses çıkarmayınca bundan aldığı güvenle çat diye tekmeyi indirip kaleyi yıktı. İkincinin ailesinin dünyadan haberi yok. Çalışkan çocuğun ailesi tatsızlık çıkmasın diye sessizliğini koruyor, oğulları muhtemelen 15 yıl içinde yurt dışına yerleşecek.
Bu anekdotu sosyal medyada paylaştığımda en çok ‘yurt dışına giden kurtulur’ yorumu geldi. Ama film burada bitmiyor. Çünkü gerçekler farklı. Orada o bir “göçmen”, orası kendi memleketi değil, dili, kültürü farklı. Paran varsa yurt dışına turist olarak gitmek keyifli olabilir, ama göçmen olduğunda şartlar ağır. Çoğunluğa göre o bir yabancı. “Paran varsa” kısmı dikkat çekici çünkü oralar bizi yıkan “kapitalizmin ağ babası”. Yine geldik mi aynı yere?
Demek ki çözüm yurdumuzdaki çelişkinin yurt dışındaki kaynağına göç etmekten çok ellerimizle kurduğumuz bir medeniyet projesi olan Halkın Cumhuriyetinin sahibi, yurttaşı olarak onu anlayıp, özüne, rayına geri oturtmakta.
Geçenlerde şöyle demiştim: “Adeta birisi ülkeyi kurtarsın da biz de sosyal medyadan like atalım diye bekliyoruz.” Ama beklemekle olmuyor. Plajdaki aileler ayrıcalıklı şezlong peşinde koşmaktan biraz geri dursalar, evlatlarının geleceği için tüm yukarıda anlattıklarımı bir daha düşünseler; sessiz kalıp çocuklarını yurt dışına göndermek yerine biraz da buradaki yaşamı düzeltmek için hakkımız olan saygıyı, eşitliği özümseyip artık bu yönde bir bilince erişseler ve olan bitene itiraz etseler daha köklü bir çözüm olur.
Cumhuriyet ile kalın.