Dalgaların altında kalmadan yaşamak
Yiğit Güralp
Son Köşe Yazıları

Dalgaların altında kalmadan yaşamak

21.10.2025 04:00
Güncellenme:
Takip Et:

Yaz boyu çarşaf gibi duran deniz, Ekim rüzgârlarıyla birlikte çalkalanmaya başladı. Bu mevsimde denize baktığımda maalesef kafamın içinde yankılanan şu cümle huzurlu düşüncelerimi darmadağın ediyor: “Ülkemiz yine çalkantılı ve zor bir dönemden geçiyor.”

Çok sık duyduğumuz bu cümle bir yanıyla buz gibi doğru. Ülkemiz, dünyamız ya da insanlık… Sakin mevsimlerdeki denizler gibi duru bir zamanını en son ne zaman yaşamıştı, bunu hatırlamak zor. Bir yanıyla da yorucu bir gerçek. Çünkü sürekli tekrar edilen bu cümle, insanı ister istemez bir umutsuzluğa itiyor.

Oysa elde ve avuçta kalan son şey olan aklımızı ve umudu korumalıyız. Onları da elimizden almak istedikleri ortada ancak hiçbirini çalmalarına izin veremeyiz. Peki söylemesi hoş ama bu çalkantılı hayata nasıl direneceğiz? Ekonomik buhranlar, yasaklar ve otoritenin zulmü dalga dalga üstümüze gelirken, biz bütün bu insani kaygıları yenerek, suyun üzerinde nasıl kalacağız?

Zihnim bunu ararken rüzgâr çıktığında sahile gelen birkaç sörfçüyü anımsadım. Denizin hırçınlaştığı günlerde tahtalarını omuzlayıp suya giriyorlardı. Düşündüm. Eğer rüzgârı yönetemiyorsak, o zaman yelkenimizi bizi devirmeyecek şekilde ayarlamayı öğrenmeliyiz. Çünkü rüzgârı idare etmeyi bilmeyen kaptan gemisini yürütemez. Ve sanırım artık çoğumuz farkındayız; Donald Trump’ın yanında dizilen onca dünya liderine bakınca kaptanların gemileri ne derece iyi yönettiği ciddi biçimde kuşku uyandırıyor. Makro tabloda hal böyleyken mikro ölçekte kendi hayatlarımızı batmadan nasıl idare edeceğiz? Denge kurarak. Peki, bunu alıp cebime koydum. Elde var bir.

Bunun peşi sıra Turgut Uyar’ın “Benim dengemi bozmayınız” şiiri geliyor hemen aklıma. Demek zihnim, bir bilinç akışıyla birlikte kaygılar denizinin dalgaları üzerinde sörf yapmaya başladı. Güzel. O halde hayatı sanatla anlamlandıranların ipuçlarıyla bu sörfü devam ettireceğiz.

Tam da o an geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz İlhan Şeşen çalmaya başlıyor kulaklığımda. Ne şans. Şarkının ismi “Rüzgâr” ama rüzgârı anlatmaktan çok rüzgârın bize anlattıklarına kulak vermeye çağırıyor bizi Şeşen. “Sevmeyi, esmeyi ve geçmeyi anlatan rüzgâr.”

Rüzgâr ve sörf birleşiyor kafamın içinde. Rüzgârlar çıkıp, sörfçüler kıyıya inince, yaz bitip de kentlere dönen kalabalıklar geliyor aklıma hemen. Ve işte insanların, yazın o kaygısız güzel anlarının bitişi ve endişeli düşüncelere savrulma zamanı… Döndük mü yine en başa? Zihnim yine oraya döndüğüne göre sanattan daha fazla güç almaya ihtiyacım var demek ki… Hafızamın dümenini iyi ve güzel hatırladığım eserlere doğru tekrar yöneltiyorum… Bu defa Oya – Bora “Sevmek Zamanı” çalıyor kafamda. “Neden bu şarkı geldi acaba aklıma?” diye düşünürken işlemcimin neleri birbiriyle birleştirdiğini anlıyorum. Bu şarkı Emir Kusturica’nın “Çingeneler Zamanı” film müziklerinden birinin Türkçe uyarlaması. Sinemalarda henüz X-Men ve Magneto rüzgârları esmeden çok önce metale hükmedebilen ama kalbine söz geçiremeyen Perhan’ın Azra’ya aşkının anlatıldığı o film.

Hani Perhan ve kardeşi köyden ayrılır da biricik ninesi teneke bir kutuya torunları için elma şekerleri hazırlayıp koyar. O esnada Perhan gelecek için umutludur. Gidişinden dolayı hüzünlenmekte olan herkesi tek tek teselli eder. Hareket vakti geldiğinde binip sıkıştığı bagajda bile öyle metanetlidir ki, ta ki kutuyu açana kadar… O veda sahnesinde bütün köy arabanın ardından koşup geride kalırken Perhan teneke kutuyu açıp da kıpkırmızı elma şekerlerini görünce göz yaşlarını tutamaz. Ben de ne zaman izlesem o sahnede göz yaşlarımı tutamam. Kentlere dönüş deyince ilk bu filmin aklıma gelmesi o yüzden olmalı.

Ah o sahne, aslında bütün gitmelerin hikâyesidir. Bazen biraz meyve, biraz yemiş, birkaç lokma kek, biraz poğaça. Sen giderken yanında seni sevenlerden birer parça… Ailesi tarafından yolculuklara uğurlanmış herkes bilir; “anne babalık ilk günden son güne evlatlarını doyurabilme hikayesidir.”

Bunu da koydum cebime. Zihnim ilerlemeye devam ediyor… Ve hemen Charlie Chaplin’in annesi geliyor aklıma.

İki oğlunu doyurabilmek için; bulduğu ekmek parçalarını avcunun içinde ufalayarak onlar için sade suya papara hazırlardı. Bir gün o ekmek parçalarını da bulamadığında aklını yitirip İngiltere’de bir akıl hastanesine kapatıldı. Yıllar sonra Chaplin Amerika’da insanları güldürerek dünyanın en ünlü insanı olduğunda annesini yanına aldı. Milyarderdi, annesine “artık kaygı duymaması gerektiğini” göstermek, onu ömrünün son günlerinde rahat ettirmek istiyordu. Ancak anne her dakika eline ne verilse avucunun içinde ekmek parçası varmış gibi ufalamaktan ve “sizi doyuramadım, sizi besleyemedim” diye mırıldanmaktan kendini alıkoyamıyordu. Ne acıdır ki bir anne olarak doğanın kendisine verdiği en temel görevi yapamamanın vicdan azabını ömrünün son gününe kadar yaşadı.

Bizler “Altına Hücum” filminde Şarlo’nun açlıktan ölmemek için bir ayakkabıyı pişirip yemesine, ayakkabının bağcıklarını spagetti gibi hüpletmesine gülerken, o sahnenin perde arkasında büyük acılar yatıyordu. Chaplin’e Robert Downey Jr’ın hayat verdiği muhteşem bir biyografi olan “Chaplin” adlı bu filmde, Chaplin’in annesini ise, Chaplin’in kızı Geraldine Chaplin canlandırır.

Hayat ne tuhaf. Bir torun, yıllar sonra hiç tanımadığı babaannesini canlandırabiliyor ve bir sinemacı yaşadığı büyük acılarla tüm dünyanın yüzünde büyük bir gülümseme yaratabiliyor.

Sen en son hangi acına gülümsedin? Acılarına gülümseyemiyorsan belki de *“Çingeneler Zamanı”*ndaki Perhan’ın “Ederlezi Avela” şarkısıyla birlikte tavernada dağıttığı o unutulmaz sahne gibi senin de biraz dağıtmanın zamanı gelmiştir.

Evet, denize bakarak başladığım düşünceler güzel bir yere vardı. Bence bunu bir yazıya dönüştürmeliyim dedim o an. Ve bu yazıyı okuyanlar hemen ailesine de okumalı. Politikacıların boş lafları artık karnımızı doyurmuyorsa içi dolu sözler etmek ve içi dolu şeyler düşünmek bizlerin işidir. Siz “öfkemizi iyimserlikle pasifize mi ediyorsunuz?” diyenler olabilir. Hayır, hem bir eylem biçimi öneriyor hem direnmenin estetiğini de vurguluyorum. Bunu dünyanın en zor eylemi olan “insanı iyi hissettirmeyi” deneyerek yapmayı arzuluyorum.

İnsanlar bu düşünceleri aileleriyle okumalılar ve sonra eldeki imkânlarla güzel bir sofra kurup yaşadıkları ne varsa hepsine hep beraber bir güzel gülmeliler. Hayatta olmayanlar varsa onlara da yalnız dualarını değil gülümsemelerini de göndermeliler. Çünkü giden sevdiklerimiz, sevdikleri mutlu olsun ve olabildiğince gülümsesin isterler.

İşte şu an o yazıyı okuyorsunuz. Elbette bir düşünüp hesap yapabilirsiniz okurken. Mutluluk ve mutsuzlukları terazide tartıp da hangisi az hangisi çok hesabı yapabilirsiniz. Ama bu haksız bir sonuca varmanıza sebep olur. Çünkü iyi şeyler az bile çıksa — ki çok olması pek rastlanır bir olasılık değil — onlara az deyip güzelliğini hafifletmek tam da umudumuzu çalmak isteyenlerin arzu ettiği bir bakış açısı olur. Şöyle düşünün: “Kötüler zulmederken her şeyimizi alamadılar ve biz de iyi güldük, biz de eğlendik, biz de mutlu olduk.”

Siz böyle düşünürken ben de 2022’de bu amaçla yazdığım “İyi Hissettiren Yazılar” kitabımda yaptığım gibi sofranıza katabileceğiniz birkaç sanat tabağı daha hazırlayayım size. Kemal Demirel’in “Evimizin İnsanları” öyküsünden Tunç Başaran ve Ümit Ünal’ın sinemaya birlikte uyarladıkları “Piano Piano Bacaksız” filmi mesela. İstanbul’un bir köşesinde, metruk bir binanın içinde, yoksulluğun birleştirdiği o mutlu insanlar. Çocukluğumda Bakırköy’deki evimizde bizim de annemle baş başa böyle yoksulluk yıllarımız olmuştu. Annemle hâlâ o filmdeki soruyu birbirimize sorarız, “hiçbir şeyimiz yoktu ama nasıl oluyordu da mutlu olabiliyorduk” diye. İnsan insana yeter mi? Yetiyor demek.

Eğer felekten bir gece çalmak bize göre değil diyorsanız bugünlerde ailece “Piano Piano Bacaksız”’ı da izleyebilir, sinemanın karın doyurduğuna ve üstüne de birer tatlı yemiş kadar mutlu bile ettiğine şahit olabilirsiniz.

Doymadınız mı? Hakkınızdır. İşte size bir tane daha. Kemal Sunal’lı “Dokunmayın Şabanıma” filmi. Hani Sunal Ahu Tuğba’ya bir türlü açılamaz. Aşkını tam söyleyecek dili tutulur, “ben… ben var ya ben” diye diye kekelemeye başlar. Kendini çok zorlar ama beceremez. Fonda Sabahattin Ali’nin “Ben Sana Yine Vurgunum” şiirinin Ali Kocatepe tarafından bestelenmiş şahane melodisi bu romantik sahneleri dörtle çarpar. Gel gör ki Şaban Oğlu Şaban yine aşkını söyleyemez. Ama Ahu Tuğba da şapşik değil ya artık o da pekâlâ anlamıştır, “Evet tatlım, evet canım, üfff söyle artık, söyle ya” diye delirir ve Şaban ancak o zaman gerçeği söyleyebilir.

Şimdi size de sormak isterim:

Siz de aşkınızı, düşüncenizi, inandıklarınızı söylemek için birinin delirip sizi zorlamasını mı bekliyorsunuz? Neden, korkudan mı? Haksız değilsiniz, korku çok anlaşılır bir duygu. Hele dünyanın bu döneminde.

Çünkü bugün korku içimize resmen enjekte edildi. İnsanlar artık sadece bilinmeyenlerden değil, yıllarca “biz bize benzeriz, aynı gemideyiz” dendiği ve bilip durdukları halde birbirlerinden korkuyorlar. Sadece o mu? Kendi seslerinden de korkuyorlar. Sevilmekten, farklı olmaktan, hatta mutlu görünmekten korkuyorlar. Oysa korkaklık bulaşıcıdır; bir kişi susunca, bir toplum susar. Ama cesaret de bulaşıcıdır. Bir kişi konuşursa, diğerleri de konuşur.

Her şeyin birbirine karıştığı bu günlerde, toplumun “iyi hissetme kası” yeniden çalıştırılmalı. Çünkü iyi hissetmek artık kişisel gelişim değil, hayatta kalma meselesidir. Bir sofra etrafında birlikte gülmek, bir filmde aynı sahnede gözyaşlarını paylaşmak bile yeter. Gülmek bir direniş biçimidir.

Bugün nefret dili hayatımızın fon müziği oldu. Ama nefretle hiçbir şey yürümüyor. Nefreti karşına almak, artık politik değil, insani bir duruş. Rüzgâr saygıdan yana esmiyorsa, gemimize saygıyla yön vermeli. Herkesin birbirine bağırdığı bir dönemde, birinin sessizce gülümsemesi ve güven dolu bir selam vermesi bile devrim sayılır.

Belki de şimdi yapılması gereken ilk şey, dalganın altında kalmadan yaşamak. Çünkü dalganın altında kalan, kendi sesini duyamaz. Üstünde kalmak ve nihayetinde tüm bu dalgaları aşmak, onu inkâr etmek değil, boğulmadan içinde kalabilmektir.

Zihninizden sanat, yüzünüzden tebessüm, içinizden umut eksik olmasın değerli dostlar.

İlgili Konular: #dalga

Yazarın Son Yazıları

What If evreninde Mustafa Kemal

Bugün 10 Kasım 2025 pazartesi. Mustafa Kemal, her zamanki gibi erkenden uyandı.

Devamını Oku
10.11.2025
Ay biz neden aşk yaşayamıyoruz

Son yıllarda kendinizi; “ülkede ve dünyada yanlış giden şeylere yeterince ses çıkaramıyorum” diyen bir suçluluk duygusu içinde yakalıyor musunuz?

Devamını Oku
04.11.2025
Grok yerine Atatürk'e sor

Grok yerine Atatürk'e sor

Devamını Oku
29.10.2025
Dalgaların altında kalmadan yaşamak

Yaz boyu çarşaf gibi duran deniz, Ekim rüzgârlarıyla birlikte çalkalanmaya başladı. Bu mevsimde denize baktığımda maalesef kafamın içinde yankılanan şu cümle huzurlu düşüncelerimi darmadağın ediyor: “Ülkemiz yine çalkantılı ve zor bir dönemden geçiyor.”

Devamını Oku
21.10.2025
İçi dolu dostluklar

İçi dolu dostluklar

Devamını Oku
07.10.2025
Prezerve Deniz Savaşları

Prezerve Deniz Savaşları

Devamını Oku
23.09.2025
Ben ölmeden önce

Ben ölmeden önce

Devamını Oku
09.09.2025
Filika

Hayatımız seçimlerden oluşuyor. Bazen öyle zor iki tercih arasında sınanıyoruz ki karar vermek hiç kolay olmuyor.

Devamını Oku
26.08.2025
Süpermen'in Silivri günleri

2025 yazında sinemalarda en çok sevilip konuşulan filmlerin başında yeni “Superman” filmi var.

Devamını Oku
12.08.2025
Romantik komedilerin sonu

İktidar cephesinin, dünyanın en kanlı terör örgütüyle geldikleri son noktaya baktığımızda çoğumuzun aklına gelen ortak yorum “biz bu filmi daha önce görmüştük” oluyor.

Devamını Oku
29.07.2025
Artık ömürler uzadı şekerim

Artık ömürler uzadı şekerim

Devamını Oku
04.06.2024
İnsan açlıktan mı ölür?

İnsan açlıktan mı ölür?

Devamını Oku
21.05.2024
Yaşamanın yeni bir yolu

Yaşamanın yeni bir yolu

Devamını Oku
07.05.2024
Çocuklarımız ne okumalı?

Çocuklarımız ne okumalı?

Devamını Oku
23.04.2024
İyi şeyler birdenbire olur

İyi şeyler birdenbire olur

Devamını Oku
09.04.2024
Sırası mı şimdi?

Sırası mı şimdi?

Devamını Oku
26.03.2024
Anlıyormuş Gibi

Anlıyormuş Gibi

Devamını Oku
12.03.2024
Herkes için yaratıcılık

Herkes için yaratıcılık

Devamını Oku
27.02.2024
Yazma aşkı

Yazma aşkı

Devamını Oku
13.02.2024
Uzaya çıkmadan önce

Uzaya çıkmadan önce

Devamını Oku
30.01.2024