Çoğumuzun okul hayatında bize bir dersi diğerlerinden çok sevdiren sıra dışı bir öğretmen olur. Galatasaray Lisesi tarihinde bu örnek bir edebiyat öğretmenini işaret ediyor: Tahir Alangu. Onun ismine ilk olarak Ferhan Şensoy’un anılarında rastlamıştım. Derse müfettiş geleceği hatırlatıldığında: “Çocuklarımla edebiyat konuşuyoruz, edebiyat teftiş edilmez” demesi her şeyi özetliyor. Gel de bu adamı sevme.
İdollerimden saydığım Ferhan Şensoy’un yazar olacağını o yıllardan görmüş, teşvik etmiş, bir anlamda bizlere kazandırılmasına ön ayak olmuş. Bunu öğrendiğimde bana Bakırköy Yahya Kemal Beyatlı Lisesi’nden edebiyat öğretmenim Osman Esin’i hatırlatan Alangu’ya hafızamda değerli bir yer ayırmıştım. Daha sonra ona, geçtiğimiz yıllarda kaleme aldığım Barış Manço senaryosunda küçük ama etkili bir yer verdim. O film çekilemedi. Neyse, o ayrı bir konu. Hayat Alangu ile işimi bitirmemiş olacak ki, bu güzel insan daha sonra tekrar karşıma çıktı, nasıl mı?
Pek çok şair severim. Necatigil’i ayrı. Onun düz yazılarında bile ruhtaki acıya, kalpteki ağrıya, geçmişteki pişmanlığa, gündeki sıkıntıya, gelecekteki kaygıya merhem gibi gelen bir dili vardır. Birkaç ay önce kitap raflarında, Necatigil ile Alangu’nun can ciğer gençlik arkadaşları olduğunu gösteren o kitabı gördüğümde çok şaşırdım.
Böyle anlamlı tesadüfler karşısında ilkin şaşırmalarım aslında çocuksu bir heyecandır. Sonra elimdeki çakıl taşlarını mantığımla bir araya getiririm. İkili arasındaki mektuplaşmalardan oluşan bu kitap da hayatta rastlantıya yer olmadığının açık bir kanıtıydı. Kapakta mütevazı biçimde yazan isme baktım: “Hani Seninle Susar, Yürür Ve Susardık” Kitabın adı bile insana “beni al da derinliğimde kaybol” diyor. İçi dolu insanların birbirlerini bulmalarının, ya da belli bir süre de olsa temaslarının kaçınılmaz olduğunu anladım.
Mektuplaşmaları okuyunca hemen görüyorsunuz… Yetişkinliğinde Alangu nasıl ki Şensoy’un ve öğrencilerinden pek çok ismin birer yazar olacaklarını keşfettiyse daha gencecikken yaşıtı Necatigil’in yazma gücünü de fark etmiş.
Necatigil’in 21 yaşında Berlin’de bulunduğu ve yabancılığın, imkansızlığın onu odasına kapattığı günlerde bile Alangu ona “Berlin’i dolaşmasını tavsiye ediyor” Çünkü “senin gibi gören bir göze sahip olan kimseler için en dar muhitlerde bile görülecek şeyler vardır” diye ekliyor. Onun mektuplarında çoraplarını soğuk otel odasında çile içinde yıkayışını kara mizah tadında detaylarla anlatmasına bile bayılıyor. Necatigil’in öyle bir ifade gücü var ki, Alangu en basit detayları bile yazmasını istiyor. “Çünkü kardeşim, yıllar sonra hafızanda tüm detaylar bu sıcaklığıyla kalmayacak ve en basit anlar senin kaleminle anlatılmaktan mahrum kalacak.”
Necatigil de, Alangu’nun başına buyruk, hem kafası hem ağzı bozuk sivri dilini seviyor. Ortak hayalleri var: Yazılar yayınlamak, kitaplar çıkarmak. “Matbaa harfleri üzerine dizilmiş birkaç satırlarını bir kağıt üzerinde görmek onlara tarif edilmez bir zevk veriyor”
Ancak yazmak kolay mı? “Kafa makinasını işletmekte” zorlandıkları ve “kendilerinden ümidi kesmek üzere” olduklarında birbirlerini yüreklendiriyorlar. “Pek iyi arkadaşım Behçet”, “Yakınım Tahir” diye başlayan mektuplarda her ne kadar “Bu dünyada uzun uzadıya yazılacak bir şey yoktur, bütün yazarlar bunu bilirler” deseler de birbirlerinden daima “destan uzunluğunda, enfiye sertliğinde” mektuplar istiyorlar.
Bugün aynı yaşlarda iki gencin “naber?”, “iyi, sen n’aptın” “ne olsun kanka aynen” dedikleri ortalama bir muhabbete baktığımızda; bu ikili üstelik de birbirlerinden şehirler dolusu uzak mesafede olmalarına rağmen konuşacak ne buluyorlar? Söyleyeyim. Tarih 1930’lar belki ellerinin altında dijital platformlar yok ama sinemaya gidiyorlar. Birbirlerine gittikleri filmlerden, hoşlandıkları kızlardan ve en çok da “tesirinden dolayı ellerinden terk edemedikleri” kitaplardan söz ediyorlar. Genç Werther’in Acıları, Suç Ve Ceza, Madam Bovary, Stendhal, Goethe nicesi… Bir otomatik tüfek gibi birbirlerine hasetlik yerine art arda saçtıkları fikirlerini, bu kitaplardan alıntılarla birer şarjör gibi dolduruyorlar.
İşte yaz boyunca altını çizip, üzerinde notlar alırken nice kalem bitirdiğim bu kitabı okurken bir gün ilginç bir mesaj aldım. Derya Tandoğan isimli bir takipçim bir kitap yayınlamış ve benimle paylaşmak istiyordu. Hafızamı yokladım. Derya ve Deniz Tamdoğan iki kız kardeşti. Biri sigorta biri tekstil alanında yönetici olarak çalışıyorlardı. Evlenmiş, evlat sahibi olmuş ama pek çok insanın tersine kültür sanat ile bağlarını koparmamışlardı. Beni filmlerim ve yazılarımla fark edip takibe almışlar, bununla da yetinmeyip bir sanatçının düşünce dünyasını daha yakından tanıyabilmek için beni de dahil ettikleri bir yazışma grubu kurmuşlardı. Öyle ki “Jaws filmini neden bu kadar sevdiğimi anlayabilmek için” kısa sohbetlerimiz yazışmalarımız olmuştu.
Bu detayları hatırladığımda Derya’nın kitap çalışması için mutlu oldum. Ancak yalan yok, bana kitap göndermek isteyen pek çok amatör yazarın iyi niyetli denemelerini okumaya zaman bulamıyorum. Bunlardan geri çeviremediklerimin yazıları ilgimi cezbetmeyen metinlerse okumakta ve onlara geri dönmekte de hayli zorlanıyor çoğu zaman mahcup hissediyorum. Yine böyle bir stresin altına girme ihtimali canımı sıkarken kargodan kitap geldi. O meşhur şaşkınlığım paketi ilk açtığımda başladı. “Ecevit Mavisi” adlı bu kitabın mükemmel bir tasarımı vardı. Hemen göz gezdirmeye başladım. Dizgisi, mavi renklerin kullanımındaki zarafet bir yana kitabın içeriği de hayli kıskanacağım türdendi.
Derya, çocukluğu boyunca daima Ecevit mavisi gömlek giyen dedesi ve tüm ailesinin saygıyla, sevgiyle söz ettiği Bülent Ecevit’in lise arkadaşı Tunç Yalman ile mektuplaşmalarının derlendiği bir kitap okuyor. Kitapta 17 yaşındaki Ecevit’in duygu ve düşüncelerini gördüğünde onun gelecekte oldukça farklı ve büyük bir devlet adamı olacağının asla şansla açıklanamayacağını fark ediyor. Zamanının büyük bölümünü hayatı, insanları anlamakla ve bunun için okumakla geçiren gencecik Ecevit arkadaşına yazdığı satırlarda sık sık şu cümleleri kuruyor: “Ne yap et ve bulup oku”, “Bulup oku”, “Muhakkak al ve oku”
İşte “Ecevit Mavisi” Derya Tamdoğan’ın, genç Ecevit’in “mutlaka okumalısın” dediği kitapları bulup tek tek okuyarak, onun zihin haritasını çıkaran mükemmel bir çalışmaydı. Ve evet yine şaşkınlığım yerini hakikate bıraktı. Yıllar önce beni tanımak için büyük bir zaman harcayan bir insanın Bülent Ecevit ile ilgili bu kadar iyi bir kitap hazırlaması asla tesadüf olamazdı.
Tıpkı Ecevit’in daha 20 yaşında bile değilken, henüz kimselerin farkında olmadığı Faik Baysal adlı bir yazarın “Sarduvan” adlı romanını keşfetmesi gibi. “Sarduvan” bağnazlıklarla dolu bir köyü anlatıyordu. Ve bu köy sanki lanetlenmişçesine kıtlık, kuraklık, merhametsizlik yakasından düşmüyordu. Ne kadar tanıdık.
Ecevit halkını tanıyan bir lider olmuş, başarıyı ona bu yönü getirmişti. Çünkü kendi coğrafyasındaki insanın iç yüzüne dair bilgisini biraz da “Sarduvan” gibi romanlar sayesinde pekiştirmişti. O; romantik görünümüyle dengeli biçimde gerçekçiydi, karanlığa edebiyatla uyananlardan olmuş, gazeteciliği ile bunu geliştirmişti. Faik Baysal yıllar sonra bu romanı ile ilgili bir söyleşide “Artık biliyorum ki günümüzde kötülük olgusunu yalnızca cehaletle açıklamak hiç yeterli değil” diyecekti. Bunlar bugün günlük, sıradan arkadaş sohbetlerinde ucuz bir televizyon dizisinden, astrolojiden, yeni çıkan telefonlardan bahsetmenin insana böyle bir derinlik veremeyeceği gerçeğini beynimde ışıl ışıl yaktı.
Nitekim ilginç bir ayrıntı daha var. Türk televizyonculuğunda tarih boyu psikolojik drama örneğini ara ki bulasın. Aklıma gelen en iyi örnek 1987’de henüz 10 yaşındayken izlediğim, Ahmet Mekin’in başrolünde oynadığı 4 bölümlük “Kavanozdaki Adam” dizisidir. Derya’nın kitabını okurken bu dizinin de Faik Baysal’ın bir eserinden uyarlandığını öğrendim. Bülent Ecevit Türk Televizyonlarındaki en iyi dizinin kaynağını daha 20 yaşında görmüştü ve bu da bir rastlantı değil içi dolu bir dimağdan süzülmüş bir sezgiydi.
İçi dolu dostluklar içi dolu insanlarla kuruluyor dostlar. İçi dolu insanlar içi dolu sohbetlerle ömürlerini anlamlandırıyor. Bu sohbetler onların tarih içindeki yerlerinin habercisi oluyor. “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” sözünü bilmeyen yoktur. “Bana arkadaşınla neler konuştuğunuzu söyle sana yarın kim ve nerede olacağını söyleyeyim” demek de yanlış bir önerme olmazdı sanıyorum.
Tüm bunlar beni düşündürdü. Bugünün çok paylaşılan bir kavramı var: “on bin saat kuralı.” Bir işte ustalaşmak için on bin saat gerekir deniyor. Ya da bir başka deyişle neye çok zaman ayırıyorsan hayatın boyunca onun ekmeğini yiyorsun. Baştan beri söylediğim üzere, “tesadüf” diye bir şey yok. Her şey neye ve ne derinlikte zaman ayırdığın ve kendini neyle doldurduğunla ilgili.
Ecevit on dokuz yaşında diyor ki: “Artık anladım ki hayat dalgalar gibi üstümüzden geçecek” Ve Derya’nın kitabında buna mukabil Gülten Akın’ın İlkyaz şiirinden de bir dize var: “Ah, kimselerin vakti yok / durup ince şeyleri anlamaya.”
İsterim ki bir parça düşününüz. Peki siz? Siz ince şeyleri durup düşünmeye vakit ayırıyor musunuz? Hayat dalgalar gibi üstümüzden geçerken, dostluklarınızın ve yaşadığınız hayatın içini doldurabilmeniz için fazla da geç kalmamanız dileklerimle.