Hayatımız seçimlerden oluşuyor. Bazen öyle zor iki tercih arasında sınanıyoruz ki karar vermek hiç kolay olmuyor. İngiliz felsefeci ve yazar Martin Cohen’in “101 Etik İkilem” adlı kitabı tarih boyu insanlığı zorlayan böyle sıra dışı örneklere yer veriyor. 10 yıl kadar önce elimin altından eksik etmediğim bu kitaptaki dilemmalar sadece yaşarken değil okurken bile insanı tereddütte bırakıyor.
Kitapta en çarpıcı bulduğum örneklerden birinde olaylar bir gemide geçiyor. Hangi gemi mi? Hani o “hepimizin aynı gemide olduğu” gemiler var ya, işte onlardan sadece biri.
FİLİKA İKİLEMİ
“Filika ikilimi” adı verilen bu meşhur ahlaki çelişkide tam kapasite yolcuyla dolu bir gemi ne yazık ki batmaktadır. Gemideki yolcuların filikalarla tahliyesine başlanır. Filikalar yolcuların tamamını alacak çoklukta değildir. Üstelik her biri emniyet açısından limitli sayıda yolcu alabilmektedir. Bu yüzden gemideki nüfusun tamamının filikalara binerek gemiden ayrılmaları mümkün değildir.
Şu durumda filikalara binen şanslı insanlar kurtulabilecek, limit dolduğu için binemeyen az sayıda insan batan gemi ile birlikte açık denizin can alıcı gerçekliğine terk edilecektir.
Bu karara karşı yolcular arasında farklı bir yorum açığa çıkar: Eğer filikalarda emniyet için ayrılan boş alanlara da insanlar alınırsa herkes kurtarılabilecektir. Fakat kaptan buna izin vermez. Çünkü bu emniyet limitinin aşımı demektir. Kapasite aşılırsa filikaların da batması söz konusudur. Onlar da batarsa, normal şartlarda kurtulabilecek insanların da yaşama şansı ortadan kalkabilecektir. Böylece yolcuların büyük çoğunluğunu kurtarmak varken tüm yolcuların hayatı birden riske atılacaktır. İşte batmakta olan geminin kaptanını, yolcuları adına böyle zor bir seçim beklemektedir.
Hangisi daha mantıklıdır? Hangisi daha vicdanlıdır? “Daha vicdanlı” olarak değerlendirilebilecek kararlar herkesin birden ölümüyle sonuçlanırsa kaptan tarih boyunca “vicdanlı mı?” yoksa “beceriksiz bir insanlık suçlusu” olarak mı tarihe geçecektir? Mantıkla vermediğimiz kararların sonuçları hem kendimiz hem de yaşadığımız toplum ve çevre için felaketle sonuçlanabilir mi?
KAYNAK PROBLEMİ
Dünya denizcilik tarihinde yukarıdaki can pazarına sahne olmuş pek çok felaket yaşanmışsa da “Filika İkilemi” kitapta vurgulamak istediği anlamıyla, esasen dünyadaki “kaynak, nüfus, göç problemi” ile ilgili hakikati ortaya koymak üzere yaratılmış çok güçlü bir metafordur. Eğer nüfusunuza oranla kaynaklarınız sınırlıysa ki dünyada sınırsız kaynak yoktur, her şey bir limit, bir son ile sınırlıdır, işte o zaman o geminin kaptanı olarak kararlarınızı tüm nüfusu batırmayacak şekilde vermelisiniz.
Geçtiğimiz günlerde 161. doğum gününde andığımız değerli mizah yazarımız Hüseyin Rahmi Gürpınar insanın hayatta kalabilmek adına kendine hak gördüğü namussuzluklara dikkat çektiği “Utanmaz Adam” adlı romanında ilginç hakikatlerden söz ederken şöyle de bir cümle kurar: “Dünyada her kula yetecek kadar rızık yaratılmıştı ancak bunun taksimatında (bölüşülmesinde) sorun çıkıyordu”
Dünya nüfusunun sadece 2 milyar kişi olduğu 1934 yılında yazılmış bir romanda bile kaynak bölüşümündeki problemden söz ediliyorsa bugün 8 milyarı aşan günümüz nüfusunda, daha da vahşileşmiş kapitalizm ile kaynakları daha da yanlış bölüştüğümüz de, çoktan beridir tükettiğimiz de açıkça ortada.
“Filika İkilemi” ile ilgili akla gelen bir soru daha var: Kaptanın, eldeki kaynaklar ve nüfusun durumunu değerlendirip mantığıyla aldığı karara vicdanen karşı çıkanlar olmadı mı? Elbette oldu. Kaptanın verdiği yanıt, getirdiği öneri basitti: “Sizi anlıyorum. Vicdanınız gemide kalanların ölmesine razı olmuyorsa siz gemiye geri dönüp kendi yerinizi oradan bir kişiye verebilirsiniz? Onları gerçekten bu kadar çok önemsiyorsanız gemide kalanlardan biriyle hemen yer değiştirmekte tereddüt etmemeniz gerekir” Oldukça çarpıcı, mantık ve matematik olarak haklı ama vicdanen ne zor bir karar değil mi? Tam da bu yüzden dünyadaki işleri salt vicdanımıza terk edecek noktaya da getirmemek gerekiyor. İşte iyi bir yönetici olmak ya da bir geminin kaptanlığının hakkını verebilmek kişinin böyle zor kararları alabilme kapasitesiyle ilgili.
“O CAPTAİN MY CAPTAİN”
Yaşanan olay ve mekanların bir gemiyle örneklenmesi ilk değil. A.B.D.’nin kurucu başkanlarından Abraham Lincoln’ün ölümünün ardından bir ağıt olarak Amerikan tarihinin en önemli şiirlerinden biri kabul edilen “O Captain My Captain” kaleme alındı. Şiirde; Lincoln bir kaptan, A.B.D. de bir gemi olarak resmediliyordu. Çoğumuz o şiiri “Ölü Ozanlar Derneği”nde Robin Williams ile özdeşleşen bir replik olarak anımsarsınız. Can Yücel ise bu şiiri dilimize tercüme ettiğinde “kaptan” kelimesinin halkımızın en iyi anlayacağı karşılığının “reis” olacağını düşünmüş. Şiiri de “Oy Reis Koca Reis” olarak tercüme etmiş. Gerçekten de öyle. Biz de ülkemizi daima dalgalar arasında batma çıkma mücadelesi veren, bir gün olsun huzurlu, dingin deniz seyri görmemiş bir gemiye benzetirken yöneticilere de reis demeye başladık. Sizce bizim reis dediğimiz yöneticiler kaynak ve nüfus yönetimi konusunda mantıklı kararlar verebiliyorlar mı? Peki “mantığı terk edip sadece vicdanla hareket edilmesi gerektiğini” söyleyen insanlarımız bu mantık dışı seçimlerinin hepimiz için bir felaketle sonuçlanacağını öngörebiliyorlar mı? Ne dersiniz?
YAŞAMAK… BİR AĞAÇ GİBİ…
Ülkemizin son yıllarının gündemden inmeyen başlıklarından biri olan sığınmacı/mülteci/göçmen kabulü ve buna bağlı ekonomik kriz esnasında bir kişinin de çıkıp yukarıdaki kitapta yer alan “Filika İkileminden” bir örnek vermesini bekledim. Olur da kamuoyundaki tartışmalara “yahu bir de bu açıdan bakın” demelerini istedim. Olmadı. Bu da ülkenin bir tür “aydın problemi” ve “aydın eksikliği” ve her sorunda karşımıza mutlaka çıkıyor.
“O insanlara kapılarımızı açalım” diyen kimisi halktan kimisi de yine aydınlardan oluşan topluluklara, bir kaptan da çıkıp “peki siz yerinizi onlara vermeyi düşünmez misiniz?” diye sormadı ama sokak röportajlarında “siz evinizi – bırakınız gelsinler- dediğiniz mültecilerle paylaşmak istemez misiniz?” diye sorulduğunda “ben bir süre evde yokum şekerim” diye kaçanları da gördük.
“Filika İkilemi” dünyadaki göç ve kaynak açmazının çarpıcılığı ile ilgili görüp, bildiğim en sağlam örnektir. Bugün mülteci krizi sanki çözülmüş gibi haberlerin ilk sıralarındaki yerini kaybetti. Yerini orman yangınları haberlerine bıraktı. “Filika İkilemi” örneğini vermek de bana ve bu yangınların en çok konuşulduğu bugünlere kaldı. Çünkü konu sadece orman yangını değil.
Kaynaklar tükeniyor, nüfus çok, su bitti, küresel ısınma artık “geldim, içinizden geçiyorum” diyor ve orman yangınları temelde tüm bunların bir sonucu. Yani batmak bir metafor olarak sadece denizde ve suyun içinde gerçekleşmiyor. Batmak su bittiğinde yanıp, çoraklaşarak karada da gerçekleşiyor. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” dediğimiz günler yerlerini “Batmak, bir ağaç gibi yanarak ve bir orman gibi cayır cayır, içinde canları, köyleri ve memleketiyle” dediğimiz günlere bırakıyor.
FAYDALI ÇILGIN PROJELER
Şu an Türkiye gibi ülkelerin uğraştığı gündem hem teknoloji hem de ekoloji açısından ilkele oldukça yakın. Ormanlar ve yangınlarla ilgili ülkeyi yönetenler ve tüm yurttaşları kapsayan bir anket yapılsa bu konuda doğru bilinenlerin sayısı yüzde 1'i bulur mu emin değilim. Zihinler çağın, güncel bilginin çok gerisinde. Yönetenlerde aymaz bir genişlik yönetilenlerde ise temelsiz bir veryansın var. Hemen her alanda olduğu gibi felsefe eksik, mantık yok, sanatın dili ve bakış açısının yerinde yeller esiyor.
Ormanlar için dünyanın bu yeni döneminde daha önce hiç denenmemiş uygulamalar gerekiyor. Çünkü eski yaşam alışkanlıklarımız bu felaketi getirdi, artık yaşamanın, söylemenin, anlamanın yeni bir yoluna geçmek gerekiyor. Bu yeni yollar gerçekten akıllara durgunluk verecek büyüklükte ve oldukça güçlü bir ekonomi gerektiriyor. Örneğin yangınların en önemli nedeni toprağın nemini kaybetmiş olması. Yangın sanıldığı gibi ağaçtan, daldan değil temelde kurumuş topraktan yayılıyor. Bu anlamda bir avuç bilim insanımız toprağın nemini arttırabilecek mikroorganizmalar için bile bir süredir çalışıyor. Bunların gündemdeki aptallıkların yerine geçmesi ve daha çok destek görmesi gerekiyor. Üç tarafı denizlerle çevrili ve ormanların yoğunlukta olduğu sahil şeritlerinde denizin tuzdan arındırılarak ormanların nemlendirilmesi gibi “faydalı çılgın projelere” ihtiyaç var. “Fakat karaları kurutan bu nüfus gün gelir koca denizleri de kurutur” diyenleriniz olacak. Çok da yanlış değil. Tam da bu yüzden de artık çok daha köklü bir bilinç devrimi gerekiyor.
Geri kalmış ülkelerde durum bu, peki ya ileri olanlar? İşin bir acı yanı da o ki, ileri ülkelerin önemli bir bölümü de insan neslinin kibrinin bir başka örneğini sergileyerek, çiğ bir kar hırsıyla tüm bu radikal önlemleri maliyetli ve gereksiz bulup bilgiye olan itibarı bir başka biçimde zedelemekten geri durmuyorlar. Oralarda da ormanlar yanıyor. Ve söndürülemiyor. Nüfus artınca su bitiyor. Su bitince orman yanıyor. Orman yanınca ağaçların suyu tutan, karbonu dengeleyip küresel ısınmayı yavaşlatan görevi ortadan kalkıyor ve küresel ısınma döngüsü hızlanıyor. Küresel ısınma hızlanınca yine orman yanıyor ve kalan su da bitiyor. İleri ülke ya da geri kalmış ülke fark etmiyor, “bir çağ yangını bu bütün dünya günahkar” diyen şarkıdaki gibi “masum değiliz hiç birimiz” ve iki uçtan yanan bir mum gibi kaynaklar eriyip günlük yaşam alışılandan farklı bir yöne evrilirken, dünyadaki kaptanların bir bölümü birbirinin gemisini vurup batan bu gemilerden kaçan yolcular yaratırken, kimi kaptanlar da gemilerinden kaçan bu yolcuları kendi yolcularını da batırmak pahasına gemilerimize alıyor.
“VERYANSIN” MI “VER, YANSIN” MI?
Finalde ülkemize ve dünyamıza bir arada bakarsak günümüz insanı ve günümüz yöneticilerinde genel bir "böyle sürüp gidecek" algısı var. "Yok", "bitti" gibi hayatın artık gözümüze soktuğu kavramları "yok canım o kadar da değildir, abartılıyor" diyerek kabullenemiyoruz.
Günlük hayatta bir kova su için çok yakın gelecekte sivillerin evinde yan komşusuna silah çekeceği, pek çok ilin kapısına kilit asılıp terk edileceği (bunlar şaka ya da ironi değil) bir döneme girilirken vatandaşın hiç ama hiçbir şeyden haberi yok. “Ormanları korumaya günlük hayattaki yaşama alışkanlıklarından başlamak gerek” dediğimizde pek çok insanın konforundan ödün vermediği çok açık. Yangınların söndürülmesi kadar yangını oluşturan koşullarda parmağımızın olmaması da gerekiyor. Ve biz yaşantımızın her detayıyla yangınların önünü açıyoruz. Chatgbt ya da Grok’a sorduğumuz her gereksiz soru bile doğada kaynak katliamı anlamına gelirken geriye “yanıyoruz, söndüren yok mu” diye haykıran kuru bir VERYANSIN kalıyor ki, dudaklarımız veryansın ederken ezbere davranışlarımız adeta “ver, yansın” demiş oluyor.
Ülkemizin ya da dünyamızın kaptanları yangınları havadan ve daha hızlı söndürecek uçuş filoları kurabilirler mi? Ben işin orasıyla çok ilgili değilim. Böyle filolar kursalar bile toplumun bilinçsizlik yangınını kendi elleriyle tesis ettikleri için artık gitmeliler. Bundan böyle her konunun bu yazıda olduğu gibi geniş tabanlı olarak, yani sanatıyla, felsefesiyle anlaşılır örneklerle, entelektüel tabanda büyük bir zenginlikle, en önemlisi de yanlış ve tutarsız değil doğru ve tutarlı yönden konuşulması gerek. Oysa şu an öyle mi? Hayır.
Her konu, yangınlar bile sığ siyasi bir çatışma ve “sen ben kavgası” özelinde konuşulmaktan öteye geçemiyor. Sadece ormanları değil, hem kişisel hafızayı hem ortak hafızayı yakan bir çağ yangını yarattılar. Bu yangın, sorunları bu yazıda olduğu gibi etraflıca değil günü birlik ve siyaseten konuşmanın sonucu yaratıldı. Dün göçmen krizi olur bugün yangın, yarın kış gelir o da unutulur. Bilgisayarların dünyasında bile hafızanın yanması makinayı işleyemez hale getiren en büyük sorundur. Peki ya biz insanlar, bunca hafızasızlıkla dünya denen bu koca gemiyi batırırken onu terk etmek icap ettiğinde hangi filikaya sığacağız?
Kaptanınız akil, pusulanız mantık olsun ki işler vicdana kalmasın dostlar. Sağlıkla.