Bugün 10 Kasım 2025 pazartesi. Mustafa Kemal, her zamanki gibi erkenden uyandı.
Yoğun bir hafta olacak. Donald Trump ve Vladimir Putin başta olmak üzere dünyanın dört bir yanından pek çok lider İstanbul’da Mustafa Kemal’in ev sahipliğinde bir araya gelecekler. Mustafa Kemal’in bu toplantıyı böyle geniş bir katılımla gerçekleştirme çağrısı uzun zaman alsa da kabul gördü. Zira Mustafa Kemal’in diplomasisi, yalnızca Batı’yla denge kurmak değil, Doğu’nun da sesini duymaktı.
Atatürk çalışma masası üzerinde hazırlıklarını inceliyor. Oldukça soğukkanlı. Bir zamanlar İran Şahı Rıza Pehlevi, İngiltere Kralı VIII. Edward, Yunan Başbakanı Venizelos, Churchill ve Gandhi’nin onu ziyaret ettiği günlerden gelen köklü bir deneyimi var. Milletinin menfaatleri kadar mensubu bulundukları insanlık ailesine dair de sorumluluk duyuyor. Bunları topyekün ele alan nezaketiyle dengeli bir biçimde fikrinin gücünü konuşturacak. Yalın diplomasi formülü bu.
Son zamanlarda kaynak yönetimiyle fazlasıyla meşgul. Bilhassa Avrupa Birliği’nin sınır ve iş birliği politikalarına ilişkin notlar alınmış. “‘Vize politikalarınızın güvenlik kaygısını anlıyorum; fakat su ve gıda kıtlığı derinleştiğinde hiçbir duvar, bu akışı tek başına yönetemez. Schengen’i su ve enerji güvenliğiyle tamamlayacak çok taraflı bir çerçeveyi konuşalım.” diyecek.
Bir yandan enerji kriziyle ilgili verileri inceliyor, bir yandan da Orta Doğu’daki su paylaşımı raporlarını gözden geçiriyor. Kahvesini yudumlarken defterine şöyle bir cümle yazıyor: “Adil paylaşım olmadan hiçbir ittifak uzun sürmez.” Artık doğa ile ilişkilerimizde daha da radikal önlemler alınmalı. Ekonomik büyümenin dünyaya verdiği zarar konusunda diğer liderleri ve ticaret çevrelerini tutarlı ve dürüst bulmuyor.
Atatürk’ün son yıllardaki “sınırlar ötesi, çok taraflı” yaklaşımı bilhassa milliyetçi çevreler tarafından “neoliberal yumuşama” ya da “piyasa merkezli uzlaşma” olarak yaftalanıp, eleştiriliyor. Oysa o, tüm bu eleştirileri anlamakla birlikte, vatan bütünlüğünün de, sınırların korunmasının da bilincinden en ufak bir geri adım atmadı. Su, enerji ve veri gibi sınır tanımayan kaynaklarda adaleti ve aklı önceleyen çok taraflı bir anlayışın zamanı olduğunu görüyor. Onun için küresel iş birliği, ulusal egemenliğin gevşemesi değil, bilginin ve vicdanın ortaklaştığı bir insanlık sistemi.
Son günlerde dış basında Türkiye’nin yönetimi üzerine haddini aşan yorumlar yapan bazı yabancı yetkililer olmuştu. Mustafa Kemal bu açıklamaları da not etmiş, defterine yalnızca bir cümle yazmış: “Bir devletin onurunu, o devletin yurttaşlarından başkası tartışamaz.”
Dışişlerinde bu sözüyle sınırı net bir şekilde çizecek. Bu yüzden dünya liderleri bugün onu bizzat ziyaret ederek konuşmayı tercih ediyorlardı; çünkü bazı meseleler, sadece karşılıklı saygıyla konuşulabilirdi.
Günün notlarını alırken son bir not daha düştü defterine. 2025’i kapatmadan Kasım ve Aralık aylarının planlarını inceledi. Üniversite ve lise düzeyindeki okul ziyaretlerini biraz daha artırmayı düşünüyordu; çünkü gençleri önemsiyor, onlarla daha yakın temas kurmak istiyordu.
Ardından bir not daha ekledi: “Bu yılın sonunda biraz da çocuklarla zaman geçirelim. Bir anaokulu ziyareti planlayın; çocuklara fikirlerini sormak, onlardan öğrenmek her zaman önemlidir.”
Bu cümleyi yazarken gülümsedi. Sonra saatine baktı. Saat 9’u 6 geçiyordu. Derin bir nefes aldı. Masasından kalkarak kapıya yöneldi. Yapılacak çok işi vardı.
Çizgi roman dünyasının önemli markalarının başında gelen Marvel, 100 yıla yakın zamandır anlattığı hikayeler evreninde son yıllarda yeni bir parantez açtı. “What If” adını taşıyan bu önerme “eğer karakterler öyle değil de, böyle bir seçim yapsaydı ya da olaylar öyle değil de böyle ilerleseydi neler olurdu” sorularının cevaplarını içeren hikayeler yayınlıyor.
Dünya böyle bir hikaye anlatma çağı yaşarken, ben de bizim en büyük kahramanımız Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bu 10 Kasım yazımın açılışını bu tekniği uygulayarak yazmak istedim.
Son yıllarda bazı çevreler “Atatürk olmasaydı da olurdu” sorusuna en güzel cevabı İlber Ortaylı “olmasaydı da olurdu son derece faydasız bir bakış çünkü o olmuş artık geçmiş olsun, tarih böyle okunmaz” diyerek vermişti. O yüzden “yaşasaydı bu sabah neyle meşgul olurdu?” sorusu tarihi açıdan da daha akil ve etik bir soru.
Bu soru, bir nostalji değil, bir düşünce deneyi. Çünkü onun asıl mirası, geçmişte ne yaptığı değil, nasıl düşündüğüdür. “Grok Yerine Atatürk’e Sor” başlıklı 29 Ekim 2025 tarihli yazımda da anlatmıştım. Mustafa Kemal, bir ülke kurmakla kalmadı; sürdürülebilir bir düşünme biçimi, güncellenebilir bir akıl sistemi kurdu. Yani cumhuriyet bir “bilinç inşası” idi. O sistem, tıpkı bir işletim sistemi gibi hâlâ çalıştırılabilir, yeter ki biz onu sadece hatırlamakla kalmayıp, yeniden açmayı bilelim.
Onun çağında ulus devletler kuruluyordu. O zamanki dünya, bilhassa Avrupa, kendi içlerinde, öyle ki çoğu zaman yandaki kasabayla bile yüzlerce yıl süren savaşlarla yıpranmış, ulus devlet bir gereklilik olmuştu. Atatürk dünyayı doğru okudu, ne tam batı ne tam doğu gibi, vatanını merkeze alarak doğu ve batının iyi yanlarını sentezlediği bir önerme geliştirdi ve uygulamaya koydu. Bunu yaparken gayesi dünya sahnesinde milletinin tanınmasını sağlamak, bir milleti tanımlamak ve ayağa kaldırmak üzerineydi.
Bugünse çağ, ulus devletlerin çözülme dönemi. Mücadele artık sınırlar değil, kaynaklar üzerinden veriliyor. Şirketler, neoliberal düzenin ülkeler üstü bir konumunda, sınırları aşan bir tüketim tahakkümü kuruyor. Atatürk ise daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında, şehircilik anlayışında bile kaynak ve insan dengesini gözeten bir vizyon ortaya koymuştu. Henüz 1930’larda Hermann Jansen’in Ankara planında hayat bulan bu yaklaşımda, dairesel mahalle çizimleriyle her bölgeye kendi üretim alanını, okulunu, meydanını, hastanesini ve parkını yerleştiren bir model geliştirmişti. Çünkü Atatürk için kalkınma sadece ekonomik değil, sosyal bir organizmaydı; insanı merkeze almayan hiçbir kalkınma sürdürülebilir olamazdı.
Bugün yaşasaydı, “milli iktisat”ı veri çağında milli bilince dönüştürür, ulusun enerjisini de elektriğini de dışa bağımlılıktan kurtarmaya çalışırdı. O günün en değerli madeni kömürdü; bugünün madeni veridir. Mustafa Kemal Atatürk yaşasaydı, bilgi çağının eşitsizliğini “kaynak adaletsizliği” olarak görürdü. Nasıl ki Cumhuriyet’in ilk yıllarında toprak reformu, sanayi planlaması, tarım bankaları kurduysa, bugün olsa dijital üretim kooperatifleri, yapay zekâ okuryazarlığı seferberliği, veri etiği ve milli dijital güvenlik politikaları kurardı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu bilinci kitapta, okulda, sanatta üretmiştik. Bugün aynı bilinci ekranda, algoritmada, teknolojide üretmek zorundayız.
Çünkü onun yöntemi hep aynıydı: Sorunu tanımla, veriyi topla, sonra sistemi kur. Bu, 1920’lerde fabrika anlamına geliyordu; bugünse bilincin fabrikası olan eğitim sistemi demekti.
Mustafa Kemal’in aklı tarihsel değil, işlevseldi. Yani “bu dönemde geçerli” değil, “her dönemde uygulanabilir” bir akıldı. Bugün yaşasaydı, her gün meşgul edildiğimiz ve bizi önce yavaşlatan sonra durduran şimdi de gerileten ideolojik tartışmalarla oyalanmaz; kaynak yönetimi, yapay zekâ etiği ve çevre bilinci üzerinden yeni bir insanlık sözleşmesi kurmanın yollarını arardı. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, bugünün sorununu da insanın kendisinde arardı.
Çünkü onun gözünde en stratejik kaynak hep aynıydı: akıl.
Şimdi şöyle diyenler olacaktır: “Yani Yiğit Bey, Mustafa Kemal’in uyandığı bu sabah ne de dert üstü murad üstü mis gibi bir sabahmış, maşallah ne enflasyon, ne yükselen kiralar, geçim ne sıkıntısı, ne işsizlik, ne adalet ne eğitim sisteminin çürümüşlüğü var”
İnsani bir soru ama şu nüansı kaçırmış bir soru. Atatürk yaşasaydı ya da daha gerçekçi ele alalım, onun vefatından sonra eğer onun yöntemi, önce 1938’den sonra bilhassa da 1950’lerden sonra erozyona uğramadan devam edebilseydi, bugün biz bu problemleri değil, çoktan çözülmüş bir ülkenin yeni hedeflerini konuşuyor olurduk. Çünkü Mustafa Kemal’in felsefesi zaten bu sorunları değil, bu sorunların kaynağını çözmeye odaklıydı.
Peki ya Gazze, diyenler olacaktır. Mustafa Kemal zamanında doğu komşularımızla ilişkilerimiz işlerin buraya gelmesine izin vermezdi demek çok da yanlış olmayacaktır. Bugün dünya, Gazze’de yaşanan trajediye bakarken bir kez daha anlıyor ki adalet yalnızca güçlülerin kurduğu masalarda değil, insanların vicdanında inşa edilir. Atatürk yaşasaydı, bu masalarda sesini en çok sivillerin, çocukların hakkı için yükseltirdi. Onun “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü bir barış çağrısı değil, devlet aklının ahlaki ilkesi olarak kalmalıydı. Kaynakların adil paylaşımı kadar, vicdanın da adil paylaştırıldığı bir dünya düzeni olmadan barış kalıcı olamaz.
Örnekler çoğaltılabilir. Öze dönelim, hep öz önemlidir. 10 Kasım’ı bir yas günü olarak değil, Mustafa Kemal’in kurduğu düşünme sisteminin yeniden başlatma tuşu olarak görmek gerekir. Cumhuriyet’in güncellemesi artık bize ait. O, aklı özgür bıraktı; bizse onu bazen duyguların esaretine, bazen teknolojinin hızına teslim ettik. Şimdi onu yeniden hatırlamak kadar yeniden çalıştırmanın zamanı.
Bugün yapay zekâ aracılığıyla Atatürk’ün yeni fotoğrafları, videoları, hatta sesleri üretiliyor. Buna karşı değilim; ama “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.” sözünü hatırlatmak isterim. Ben de bugün yapay zekâdan yeni bir Atatürk görüntüsü paylaşarak bugünü geçiştirebilirdim. Onun yerine oturup bu yazıyı yazdım, böylece onun düşünme biçimini bugüne taşıyarak, yapay değil kendi zekamla onu andım. Tüm söylevlerinden anladığım o ki, böyle isterdi.
Biz çocukken “Atatürk ölmedi, yüreğimizde yaşıyor” marşını söylerdik. Küçücük yaşta bu iyi niyetli sözde bir eksiklik hisseder “yürekte yaşıyor peki ya akılda?” derdim. Bugün o endişemi daha iyi tanımlayabiliyorum. Yürek duygunun evidir, akıl bilincin. Mustafa Kemal Atatürk yalnız kalbimizde değil, aklımızda da yaşamalı. Çünkü fikirler ölmez; onlar her çağda yeniden çalıştırılmak içindir.
Var ol Gazi Önder. Aklımızda, fikrimizdesin.