Pazar sabahı bu yazıyı yazarken çok önemli bir yerel seçim yaşanıyordu. Sonuçlar belli olmadan bir yorum yapmak istemedim. O nedenle, “şimdi, tamamen farklı bir şey”.
Mart Menekşeleri
“Mart Menekşeleri”, Nazi Almanyası’nda, partiye sonradan, çıkarcı bir yaklaşımla ya da korkudan katılan ya da yanaşanlar için kullanılan bir kavram. Bunlara, medyada o zaman da çok sık rastlanıyormuş. Philip Kerr’in, Nazi Almanyası’nda geçen dedektif romanları (Berlin Noire) üçlemesinin ilk kitabının başlığı da “Mart Menekşeleri”.
Nazi rejimi Avusturya’yı ilhak etmeye hazırlanırken, yaşanan olayları alaycı/komik bir dille anlatan L’ordre du jour kitabının yazarı Eric Vuilard geçen yıl bir konuşmasında, “Bugün toplumda yaşanan siyasi kaosu iyi anlayabilmek için soğukkanlı analizlere değil, daha çok edebiyata bakmak gerekir” diyordu. Philip Kerr’in Mart Menekşeleri de bir dedektif romanı, ama izleğini kurarken Nazi rejiminin siyasi, ekonomik analizlerinden öte halkın güncel yaşam pratiklerine ışık tutan ayrıntıları gözden kaçırmıyor.
Mart Menekşeleri’ni okurken, dedektifimizin maceralarının yanı sıra, faşist devletin memurlarının ve partinin üyelilerinin yolsuzluklar, lider konumundakilerin arasındaki rekabet; rant kaynağı olarak büyük inşaat projeleri, ekonomik mali israf, temel tüketim mallarının kalitelerinin sürekli bozulması; polisin, yargı sisteminin tamamen keyfileşmesi, mikro şiddetin güncel yaşamın doğal bir parçası olması; Yahudilerin evlerine, mücevherlerine, değerli sanat koleksiyonlarına el konulmaya başlanmasının örnekleri, o toplumdaki yaşamı anlamamıza yardımcı olacak biçimde birbirini izliyor.
Naziler, işsizliği kadınları eve kapatarak azaltmaya çalışıyor. Medya ve günlük yaşamda, kadınları çocuk doğurma makinesi, anne ve kocasına sadık, itaatkâr bir eş olarak tanımlayan bir söylem yaygınlaşıyor. Örneğin kadın olduğu için işinden atılmış yetenekli gazeteci Inge, tek başına kahvede oturmuş sigara içerken, bir genç yanına yaklaşıp, ona bir “Alman kadını, anne ve eş olduğunu anımsatıyor”. Inge, dedektifimize, öfkeyle, “İş bu noktaya kadar geldi: makyaj yapıp sokakta dolaşan kadınların orospu olduğu varsayılıyor” diyor.
Kadınlara yönelik bu baskının yanı sıra Nazi rejimi, LGBT bireyleri de baskı altına almaya, yok etmeye ya da toplumun dışına atmaya çalışıyor. Bu amaçla, Gestapo, “ahlak suçları” bölümünün içinde LGBT avcısı bir birim kuruyor. Kerr’in ayrıntılarıyla sergilediği bu dünyada, Nazi şefleri, büyük sermaye ve gangsterler, sıkı ilişkiler içinde, birbirlerinin sırtını sıvazlayarak ceplerini dolduruyorlar.
Mart Menekşeleri de (nedense birden aklıma “portakal” geldi) gerek eğlence sektöründe gerekse de medyada, rejime yaranma yarışında, o “dünyayı” destekleyen kültürü üretmeye, yeniden üretmeye devam ediyorlar. Bu sırada Rejim, bin yıllık bir imparatorluk projesini kafaya takmış, yalnızca Almanya ve Avusturya’yı değil, tüm Avrupa’yı Nazi liderliği altında birleştirerek yeniden şekillendirmeye hazırlanıyor; II. Dünya Savaşı hızla yaklaşıyor…
İmparatorluk deyince
İmparatorluk deyince aklıma Netflix’de yeni başlayan azınlıkların yaşam koşulları üzerine kurulmuş “Mr. Iglesias” isimli komedi dizisindeki cingöz kızın (Güney Amerika kökenli, ailesini desteklemek için, okuldan sonra üç işte birden çalışıyor), derste Amerikan tarihini bir dakikada, “Yerlileri yok ettik, siyahları ezdik, II. Dünya Savaşı sırasında iyi bir şeyler yapmışız, şimdi de imparatorluğumuzun güneşi batıyor” diyerek özetlemesi geldi.
İmparatorluklar batarken toplumlarda garip şeyler olur. ABD’de, Trump seçildi. Şimdi, devletin dengeleme, denetleme kurumları etkisizleşiyor, “güçler ayrılığı” hızla aşınıyor. Muhafazakâr mahkemeler kadınların, LGBT bireylerin haklarını budamaya başladılar. Bu sırada, taraftarları (çoğunluğu beyaz ve eğitimsiz) Trump’ın “Tanrı’nın bir lütfu; onu savunmanın yurtseverlik, karşı çıkmanın ihanet” olduğuna, “ülkeyi yıkmaya hazırlanan radikal sosyalistlerden oluştan” Demokratik Parti’nin “bir beka sorunu” yarattığına inanıyorlar.
Bu önemli günde bunları neden anlattın demeyin. Başlarken uyarmıştım: “Şimdi, tamamen farklı bir şey. ”
‘Şimdi, tamamen farklı bir şey’
Yazarın Son Yazıları
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.