AKP dış politikası dün Suriye’de bir vekâlet savaşına taraf oldu, fiyaskoyla sonuçlandı; şimdi Libya’da bir fiyaskoya doğru koşuyor.
Hep aynı mantalite
Suriye fiyaskosunun mimarı, hiç ders almayan, hiç pişman olmayan (hatta hiç anlamayan) Ahmet Davutoğlu (“altı haftada düşer”) bugün dış politikayı yönetmiyor, ama Suriye fiyaskosuna yol açan mantalite, peşinden koşturan fanteziler yine canlı. Bir “mimardan” öbürüne, değişmediğine bakarak bu mantalitenin siyasal İslamın realiteden kopuk dünyasının bir yapıntısı olduğunu düşünebiliriz.
AKP, Osmanlı mirasını milliyetçi bir yağa bulayarak canlandırmak, ihvan enternasyonalizmine dayanarak İslam dünyasında lider olmak fantezilerinin peşinde, Suriye’de bir “ihvan” devleti kurarak yola çıkmaya hazırlanıyordu. Sonuç bir tarafta yüz binlerce ölü, 3 milyon Suriyeli göçmen, tamamen çıkmaza girmiş, varlığını kabul etmek bile adeta yasaklı Kürt sorunu.
Diğer tarafta. AKP sayesinde Rusya Ortadoğu’ya indi, Türkiye’yi geleneksel ittifaklarından kopartmaya başladı. İslam dünyasında lider olmak bir yana, Suudi Arabistan, Mısır, Arap Emirlikleri ve İsrail’den oluşan bir ittifak her yerde AKP’nin önünü kesiyor. Doğu Akdeniz’de bu ittifaka, Yunanistan ve Avrupa Birliği de destek veriyor.
AKP Türkiyesi, pusulasını o kadar şaşırdı ki. Hem ABD hem de Rusya ile aynı anda stratejik ortak olabileceğine, Çin’in “gelecek vizyonunu” paylaşabileceğine inanıyor. Dün Çin’deki Müslümanlara sahip çıkıyor, Çin’i sert bir dille eleştiriyordu. Şimdi, başka yöne bakmayı tercih ediyor.
Şimdi de Libya
O mantalite, ülkeyi dünyadaki bütün büyük güçlerle, Ortadoğu’daki ittifaklar zinciriyle sorunlu bir duruma soktu, manevra alanını, Doğu Akdeniz’de bile daralttı.
Peki, AKP bu “durumun” içinden çıkmak için ne yapmayı planlıyor? Görünen o ki yine bir imkânsız fantezinin peşinde koşuyor. Bu fantezi sanırım şöyle: AKP “ihvan” egemenliğindeki bir Tripoli yönetimi altında Libya’yı birleştirecek; bu “yeni Libya’daki” etkisiyle Doğu Akdeniz’de önünü kesen ittifak zincirini etkisizleştirecek.
Libya, 46.4 milyar varil petrol rezervleriyle dünyanın 10. büyük petrol üreticisi. Kaddafi döneminde, AB’nin petrol ithalatının yüzde 11’i Libya’dan geliyordu. Libya, kuzeyde ticari merkezler-kentler, güneyde göçebe Tuareg, Tubu kabileleri olmak üzere ve Doğu’da Tobruk, Batı’da Tripoli merkezli iki tarihsel olarak farklı bölgeyle, “Büyük Ortadoğu”nun en karmaşık siyasi coğrafyasını oluşturuyor. Kaddafi bu karmaşıklığı, kabileler arasındaki hassas ittifaklarla, devlet baskısı ve petrol gelirleriyle bir arada tutuyordu. Kaddafi devrildi, döneminin devlet personeli tasfiye edildi. Sonuç: Türkiye’den gelen Cihatçı çetelerin de katkısı tam anlamıyla bir kaos.
Şimdi iki merkez bu kaosa bir düzen getirme iddiasıyla savaşıyor. Müslüman Kardeşlerin ve Cihatçı milislerin egemen olduğu Tripoli’de BM destekli Ulusal Mutabakat Hükümeti ve General Hafter liderliğindeki ve Güneyi de eline geçirmiş olan, Ulusal Libya Ordusu. General Hafter, Kaddafi’yi devirme projesine, ABD’den gelerek katılmıştı. Geçmişte, bir CIA bağlantısından da söz ediliyor.
Bu iki merkezin arasındaki savaş birçok devletin doğrudan ve dolaylı olarak katılımıyla tam anlamıyla bir vekâlet savaşına dönüşmüş durumda.
Türkiye ve Katar, Tripoli yönetimini doğrudan destekliyorlar. Türkiye giderek Hafter güçleriyle “temas etmeye” başlıyor. Hafter yönetimini Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan ve Mısır, hatta Fransa açıktan ve doğrudan destekliyorlar. Rusya, asker, silah hatta uçak göndererek daha doğrudan desteklemeye başladı. Trump ve Bolton’un telefon konuşmalarından sonra ABD’nin de Hafter’in, “cihatçı terörizme karşı mücadele” söylemine, Libya’yı birleştirme projesini desteklediği anlaşılıyor. Hafter’in “söylemi”, Rusya’nın, “İdlib’den kaçıp Libya’ya gidiyorlar” uyarıları, AKP Türkiyesi’ni, bir vekâlet savaşı içinde, İslamcı terörizmin yanına yerleştiriyor.
İnsanın aklına “çocuklarımızı kumlarda değil kumarda kaybettik” sözleri geliyor. Siyasal İslamın, kendine biteviye gerçeküstü hedefler koyarak, her seferinde ülkeyi iflasa sürükleyen narsisizmi gerçekten korkutuyor.
Dün Suriye bugün Libya
Yazarın Son Yazıları
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.