Şu uğursuz ‘Biz, olduk!’ yanılsaması…

31 Ekim 2016 Pazartesi

Evet, ister bireyler ister toplumlar bağlamında olsun, gerçekten de uğursuzdur, dahası lanetlidir şu “Biz, olduk!” yanılsaması. Çünkü bireyi ve toplumu aslında varmadığı yerlerde olduğu yanılgısına sürükler. En kötüsü ise bu yanılgının bir kez insanın veya toplumun eteğine yapıştıktan sonra bir daha o eteği bırakmamakta direnmesidir.
Herhangi bir konuda “Biz, olduk!” yanılsamasının pençesine düşenler, aslında önlerine her çıkan hedef tahtasını salt görmekle o hedefe vardıklarına inanırlar ve bu inancı sürekli beslemeye değgin çabaların zorunluluğunu neredeyse hiç düşünmez olurlar. Örneğin hedef “demokrasi” ise, üstünde “Demokrasi” yazan ilk tabelayı görmeleriyle birlikte artık “demokrat” olduklarına iman ederler. Başka bireylerin veya toplumların kendilerini o tabelayı dikecekleri noktaya varabilmek için çoğu kez yüz yıllar sürmüş savaşımların ve savaşların eleğinden geçtikleri bilincine asla erişemezler.
Erişemezler, çünkü bu bilincin ancak son damlasına kadar özümsenmiş bir tarih bilinci köprüsünden geçilerek kazanılabileceği gerçeğinin ayırdına varamamışlardır.

Türkiye Cumhuriyetitarihinin iki evresi
Yukarıda söylenenler doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’te başlayan tarihi, Gerçekçi Evre ve Temel Gerçeklerden Kopulduğu Evre olmak üzere iki evreye ayrılabilir.
Gerçekçi Evre, Cumhuriyet’in kuruluşundan Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 tarihine kadar uzanan zaman dilimini kapsar. Hayatı boyunca tüm stratejik kararlarını sağlam bir gerçekçilik temelinde vermiş olan Atatürk, Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez İsmet İnönü’ye yazdığı ve kendisine Başbakanlık görevini önerdiği ünlü mektubunda da açıkça görüldüğü gibi, yeni Cumhuriyet’in o zamanın dünyasında ayakta kalabilmek için her alanda üstesinden gelmek zorunda olduğu bütün sorunların bilincindedir; öte yandan her sorun için çözüm önerileri de vardır. Bunlar, gerçekleştirilmesi kolay olmayan önerilerdir, ama hiçbiri gerçekleştirilmesi olanaksız bir yanılsama niteliğini taşımaz. Örneğin yeni kurulmuş bir devlet olarak o zamanın uygar dünyasında ayakta kalabilmenin en temel koşulu, yüzde doksanından fazlasının okuma yazma bilmediği bir toplumun devasa eğitim sorununu en kısa zamanda çözümlemektir. Bu çözümün yolu ise Mustafa Kemal tarafından hazırlıkları 1937’de başlatılan bir topyekûn eğitim seferberliğinden geçebilir. Bu seferberliğin öteki adı, Köy Enstitüleridir.

Köy Enstitülerindenyanılsamalar dünyasına…
1940 yılında faaliyete geçirilen Köy Enstitülerinin ne kadar gerçekçi bir proje olduğu, 5-6 yıl gibi çok kısa bir sürede kanıtlanır. Bu kurumlarda üretim temelinde gerçekleştirilen bir eğitim modeli, her evresinde elde edilen sonuçların somutluğu nedeniyle, hiçbir yanılsamaya olanak tanımaz. Çünkü enstitü binalarından kullanılan hemen bütün ders araçlarına kadar uzanan çok geniş bir yelpazede her şeyin öğrenciler tarafından üretildiği bu model, aynı zamanda öğrencilere sürekli eleştirel ve akılcı düşünmenin yollarının da öğretildiği bir modeldir.
Böyle bir model ile çıkılan bir yolun nasıl eğitimin yalnızca din eğitimi ile sınırlandırıldığı bir yanılsamalar ve hurafeler dünyasına uzanabildiğini haftaya, yazımın son bölümünde anlatacağım. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları