Ahmet İnsel

Zarfı demokrat, mazrufu faşizan

31 Aralık 2015 Perşembe

Kesin sayısını belki hiçbir zaman bilemeyeceğimiz, yüzlerce insanın Akdeniz ve Ege’de boğularak hayatını kaybettiği bir yıl arkada kaldı. Ülkelerinde yaşanan büyüklü küçüklü iç savaşların savurduğu insanlar, Avrupa Birliği’ne girebilme umuduyla öldü. Küçük bir kısmı amacına ulaştı. Milyonlarcası, başta Türkiye olmak üzere, AB sınırlarında fırsat kolluyor. Bu göçmen baskısı karşısında, AB içinde kâh ikiyüzlü kâh açıkça dışlayıcı tavırlar öne çıktı. 2015, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı üzerine kurulduğuyla övünen Avrupalılık tasarımının ağır bir yara aldığı yıl olarak tarihe geçecek.
Bu dönüşümü sadece yabancı göçü baskısıyla açıklamak Avrupa ırkçı, faşizan aşırı sağ hareketlerinin ekmeğine yağ sürmek olur. AB’nin birçok ülkesinde toplumun içinden ve tabandan gelen bir muhafazakâr otoriter eğilim yükseliyor. Fransa’da Milli Cephe vesilesiyle daha çok gündeme geldi ama başka AB ülkelerinde durum daha anlamlı.
Polonya’da yeniden iktidara gelen Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) ile Macaristan’da beş yıldır iktidarda olan Viktor Orban yönetimindeki FIDESZ, AB çatısı altında otoriter demokrasinin iktidardaki halinin ne olabileceğini gösteriyorlar. İlliberal demokrasi veya hegemonik demokrasi olarak da adlandırılan bu yönetim tarzlarının ortak özelliği, bütün iktidarı bölünmez bir blok halinde ellerine geçirmeyi istemeleri. Dayandıkları parlamenter çoğunluk çerçevesinde bunu doğal hak olarak görüyorlar.
2015 sonbaharında iki Fransız araştırmacının (Jean Yves Camus ve Nicolas Lebourg) yayımladığı, Avrupa’da Aşırı Sağlar başlıklı çalışmada çizilen çerçeveyi, zarfı demokrat içeriği otoriter/faşizan bir rejim olarak tanımlamak mümkün. Polonya ve Macaristan’daki gelişmeleri Yves Camus şöyle özetliyor: “Seçimler yapılıyor. Bunlar hâlâ serbest ve büyük ölçüde şeffaf. Bağımsız medyanın alanı giderek daralıyor ama medyada çoğulculuk bütünüyle ortadan kalkmış değil. Bir parlamento var. Kamusal alanda tartışmanın içeriği hızla boşaltılıp yerine aşırı polemikçi bir tarz dayatılıyor. Muhalif veya rakip artık düşman olarak tanımlanıp, hemen gayri milli hatta hain damgası vuruluyor.” Sanki günümüz Türkiye’si!
Bu iki ülkedeki mazrufu faşizan (total iktidar) zarfı demokrat yönetimlerin aralarında farklar var. Ama siyasal dinamik ve beslendiği toplumsal tahayyül aynı. Ana gövdesini piyasacı bir milliyetçi muhafazakârlık oluşturuyor. Polonya’da içinde kilisenin de yer aldığı köktenci Katolik akımlar bunu besliyor. Dini olarak daha heterojen olan (Katolik ve Kalvinist) Macaristan’da ise, dini değerlerin Büyük Macaristan ülküsüyle harmanlandığı bir milliyetçi otoriterlik söz konusu.
Bu otoriter demokrasiler siyasal alanın büyük ölçüde çökmesi ve itibarını yitirmesinden besleniyorlar. Toplumun kadim değerlerine sahip çıkmak, “milletin gerçek unsurları”nın iradesini hızla hayata geçirmek adına iktidarı bölünmez bir bütün olarak talep ediyorlar. En çok da yargının en üst seviyeye kadar yürütmeye bağlı olmasını, milli iradeye ayak bağı olmamasını savunuyorlar. Polonya’da cumhurbaşkanlığını daha önce kazanmış olan muhafazakârlar, ekim ayında mecliste çoğunluğu elde edince, ilk iş olarak dört yandaşı Anayasa Mahkemesi’ne sokmaya çalıştılar. Ardından istihbarat örgütünün başını değiştirip, kamu televizyonlarını da “milli medya” statüsüne çevirmeye giriştiler. Bunu “kültürel devrim” yani temizlik harekâtının takip etmesi bekleniyor. Polonya’da toplumsal muhalefet gücünü ve canlılığını korumaya devam ettiği için, bu muhafazakâr-milliyetçi tahakküm girişimine karşı şimdilik ciddi bir direniş var. Ama Macaristan’da artık bu da yok.
Bu gelişmelere karşı AB kurumlarının kaş çatıyor olmasının pek bir etkisi yok. AB, gelecek yıl göçmen işgali korkusu içinde daha fazla titrerken kendi içinde otoriter demokrasinin yerleşip güçlenmesini ve belki yayılmasını bir kader olarak kabul edecek mi? Her durumda, gelecek yıl, AB içindeki otoriter demokrasi uygulamalarını emsal göstererek başka total iktidar projelerinin, milliyetçi-muhafazakâr ittifakların kendilerini meşru gösterme çabalarına şahit olacağız. Erdoğan ve AKP’nin yeni Türkiye’si de belki bu açıdan zamanın ruhunu yakalamış olabilir.
Zamanın bu tür ruhlarının yakın tarihte insanlık için büyük felaketlerin ebesi olduğunu hatırlatarak, 2016’ya hoş geldin diyelim.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bir otokrat prototipi 1 Eylül 2018
Kayırma ekonomisinin bedeli 28 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları