Sovyetler’in sonu Türkiye için fırsattı

26 Aralık 2021 Pazar

Yapımına 1 Aralık 1926’da başlanan ve üç yılda tamamlanan İstanbul Taksim Meydanı’ndaki Cumhuriyet Anıtı’nın bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nı, öbür yüzü ise Cumhuriyeti simgeler. İstanbul’da resmi törenlerde, çelenk konan bu anıtın, Kurtuluş Savaşı’nın önderleriyle Sovyetler’in iki seçkin şahsiyeti General Frunze ile Mareşal Voroşilov’un yer alması, örneği ender görünen bir olaydır. Aslında bir ülkenin kendi bağımsızlık anıtında başka bir ulusun kahramanlarının da yer alması gibi pek kolay rastlanmayan bu olayın arkasında iki toplumun emperyalizme karşı verdikleri varoluş savaşındaki yoğun dayanışmaları yatar.

Mustafa Kemal ve Lenin işbirliği Bolşevikler Ankara Hükümeti’ne, silah ve altın rubleyle para yardımı yaparken Ankara Hükümeti de Kafkaslar’da emperyalizme karşı Bolşeviklerin yanında yer tutmuştu.

Moskova’nın Ankara Büyükelçisi S.İ. Aralov, anılarında Lenin’in Mustafa Kemal ve Türkiye’nin savaşı hakkındaki samimi duygularını anlatır. İki ülke önderlerinin gösterdiği yolda yürüyerek her alanda yakın komşuluk ve dostça ilişkilerini dostluk ve saldırmazlık antlaşmalarıyla taçlandırdılar.

Ne var ki 1940’lı yıllarda, Türkiye’nin esir düşen Türk kökenli Sovyet askerlerinin eğitilerek, Stalin rejimine karşı cepheye sürülmeleri operasyonunda yer alması ve dört Alman gemisinin, Montreux Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine aykırı olarak boğazlardan geçip Karadeniz’e çıkmalarına göz yumması, Sovyetler’in Şükrü Saracoğlu’nun tam bir skandala dönüşen Rusya gezisi sırasında Stalin yönetiminin Kars, Ardahan ve Batum konusunda ileri sürdüğü (Aynı talepler, ikinci savaş ertesinde Selim Sarper’e tekrarlanmıştır.) talepler yüzünden iki ülke arasında derin bir güvensizlik ortamı oluşmuş; Türkiye o andan itibaren, geleceğini Batı blokunda ve NATO şemsiyesi altında güvenceye almaya çalışırken, Amerikan ve Sovyet blokları arasındaki Soğuk Savaş’ın, Sovyetler’e karşı en önemli kalelerinden biri haline gelerek, Sultan Galiyev’in Bakû kongresinde Lenin’e yönelttiği eleştirileri haklı çıkarmıştır. Türkiye’de, laiklikle yıldızı barışmayan aydınlanmacı Cumhuriyet karşıtı siyasal İslamcıların toprak ağaları ve komprador burjuvazisinin DP çatısı altında gerçekleştirdiği koalisyon başlamadan önce daha CHP iktidarının son yıllarında, ABD önderliğinde “komünizmle mücadele” kisvesi altında sağ Cumhuriyet devriminin temellerini sarsma yönünde, sonu AKP’nin siyasal İslamcı iktidarına varacak olan yolda mesafe almış; bu şekilde aşiretler, şeyhler ve tarikatlar ülkesi haline gelen Türkiye Cumhuriyeti, Soğuk Savaş döneminin en ağır fatura ödeyen ülkelerinden biri olmuştur.

ABD’nin önderliğinde oluşturulan ortamda, iş dünyası, üniversite, siyasal, güçler ve askerlerin işbirliği altındaki cephe, Cumhuriyet devrimine ilk önce eğitim alanında saldırarak işe başlamıştır. Bu arada 1960’lı yıllarla birlikte Soğuk Savaş’ın en şiddetli bölümü geride kalıp görece bir yumuşamanın başlaması, Türkiye ve Sovyetler arasındaki koyu güvensizlik ortamını da biraz gevşetmiştir.

Sovyetler’in dağılması böyle bir ortamda olmuştu ve iki kutupludan çok kutupluya geçen bir dünya Çin faktörünün de eklendiği yeni ana çizgisi, komünizmle mücadele olmayan denklem ile birlikte, ticari ilişkilerinin de arttığı Sovyetler ile yeni ve çok yönlü ilişkileri pekiştirecek bir politikayı geliştirme fırsatı da doğurmuştur.

Türkiye ile Sovyetler’in karşılıklı kazan kazan durumunu da doğurabilecek bu fırsat ne yazıktır ki Ankara’nın bölge için istikrar unsuru oluşturabilecek çok yönlü bir politika yerine yine Amerikan güdümünde, uydu politikasında direnmesi yüzünden bir kez daha kaçmıştır. Öyle görünüyor ki Türkiye, ABD emperyalizminin yörüngesinden çıkamadığı sürece bölgede kimse ile kazan kazan ilişkileri kuramayacaktır.

Montreux bildirisi yüzünden yargılanmalarına başlanacak olan emekli amirallerin davasını bu açıdan ele almak ise olayın iç yüzünü anlamayı kolaylaştırıcı bir etken olur.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları