Ayşe Emel Mesci

121’ler bildirisi

18 Ocak 2016 Pazartesi

Korku iktidar koltuğuna bir kez oturdu mu kendini yeniden üretme gücüne kavuşur, o zaman topluma Aziz Nesin’in deyimiyle “korkudan korkmak” hali egemen olur. Aziz Nesin, “korkudan korkmak” durumunda kalan insanın şu çarelere başvurduğunu belirtir: a) Kendini korkutan güçle uyum sağlar; b) Ona boyun eğer; c) Onunla özdeşleşir; d) Ya da büsbütün edilgen kalıp “hiçbir şey etmemek” yolunu seçer. Bu yollar, ahlaki sorumluluktan kurtulmak için icat edilmiştir.

Bitmeyen bayrak yarışı
Ben şu son 10 yılın deneyimiyle, bir başka yolu daha bu listeye eklemek isterim: Suskunluğa, hatta baskıyı yapan iktidarla özdeşleşmeye, dün kendi başına gelenlere bugün başkaları maruz kalınca ses çıkarmamaya ideolojik kılıf bulmak: Bunun, anti-emperyalizm soslu şoven bulamaçlardan tutun da, 1 Mayıs katliamını da solcular yaptı, neredeyse zaten Kennedy’yi de onlar vurmuştuya kadar uzanan çok çeşitli versiyonları vardır ve bu yelpazede en zıt şahsiyetler çok ilginç bir şekilde aynı noktada buluşabilir, aynı iktidarı destekler duruma gelebilirler.
Baskı meselesi bizim toplumumuzda ilginçtir, bayrak yarışına benzer. Farklı kesimler “baskıya uğrama” bayrağını dönem dönem elden ele aktarırlar. Bu hiç bitmeyen Sisyphos yarışında üç yer tapuludur, sahipleri hiç değişmez: Startı veren devlettir; solcular bayrağı devredecek kimse bulamazlar, onun için onlar hep koşmak zorundadır -ancak bazen bazı uyanıklar farklı takımlara transfer olup dinlenme şansı bulurlar; kamuoyunun ezici çoğunluğu da her zaman seyirci konumundadır, tribünler onlara aittir, hatta bir bölümü tezahürat da yapar. “Korkudan korkmak” olimpiyatları böyle bir ortamda idrak edilir.

Tarihten bir örnek
1950’lerin ikinci yarısında bağımsızlık savaşı veren Fransız kolonisi Cezayir’de kan gövdeyi götürüyordu. FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) ile Fransa Silahlı Kuvvetleri her türlü kirli yöntemi de kullanarak savaşıyorlardı. Fransa’nın sömürgelerinden çekilmesi gerektiğine inanan kimi entelektüeller Cezayirli militanlara destek veriyor, savaşın sonlandırılmasını istiyor ve insanları Fransız ordusunda savaşmamaya çağırıyorlardı. 1960 yılının Eylül ayında “121’ler Manifestosu” diye bilinen bir bildiri yayımladılar (çünkü sadece 121 aydın, bilim insanı ve sanatçı bildiriyi imzalamıştı, sonradan bu imza sayısı çoğaldı). Bildirinin başlığı: “Cezayir Savaşı’nda Sivil İtaatsizlik Hakkı Üzerine Açıklama”ydı. Jean-Paul Sartre da bildiriye imza atmıştı. Ekim ayında bu bildiriye cevap olarak 185 Fransız aydınının imzasıyla bir karşı-bildiri yayımlandı: “Cezayir’deki savaş fanatik, terörist ve ırkçı küçük bir grup isyancı tarafından Fransa’ya dayatılmış bir mücadeledir (...) ve yurtdışından finanse edilmektedir. Fransa’nın bilincini günbegün zehirlemek, kamuoyuna zararlı fikirler aşılamak...en alçakça ihanet biçimlerinden biridir.” Aynı ay, Champs-Elysées’de yürüyüş yapan emekli Fransız askerleri, “Sartre’ı kurşuna dizin” diye slogan attılar. Bakanlar Kurulu toplantısında da bir bakan, Sartre’ın tutuklanmasını önerince, De Gaulle o tarihi cevabını verdi: “Voltaire hapse atılmaz.” Kanlı bir savaşın ortasında, General De Gaulle, Voltaire ifade özgürlüğünün ve Fransa’nın temsil ettiği tüm özgürlüklerin sembolüdür, bu özgürlükleri hapse atamazsınız deyivermişti üç kelimelik bir mesajla.
Evet, aydın dediğiniz kimlik sadece bilgiyle, öğrenmeyle, akademik unvanlarla değil, topluma karşı sorumluluk bilinci, vicdan, doğru bildiğini söyleme yürekliliği ve tutarlılık ile de şekillenir. Karşıda da De Gaulle kıratında bir devlet adamı olunca ortaya böyle ilginç diyaloglar çıkar.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları