AKP iktidarı bana, Amenábar’ın ünlü filmindeki (Diğerleri -The Others-2001) öldüğünü bilmeyen hayalet aileyi anımsatıyor. Başbakan “Gezi’yi aştık, bunu da aşarız” demişti. Yanılıyor, dün “Gezi”yi aşamadıkları (kendileri başlattıkları o yangında “öldükleri”) için bugün bu durumdalar.
Bir diğer yanılgı da “Yeni Türkiye” öyküsüyle ilgili. AKP liderliğinin, “yandaş basının”, liberal entelijansiyadan, ABD-AB blokundan, hatta “işbirlikçi soldan” aldıkları destekle topluma anlattıkları bu “öykünün” aksine “Yeni Türkiye”nin “demokratikleşmeyle” bir ilgisi yoktu. Şimdi tanık olduğumuz trajikomik sahneler bizi hiç şaşırtmıyor. ABD-AB blokunun da fazla şaşırmadan, AKP Türkiyesi’ne ilişkin daha “yeni” bir öyküyü dolaşıma soktukları görülüyor.
‘Yeni Türkiye’...
“Yeni Türkiye” fantezisi, Müslüman entelijansiyanın, 2000’li yılların başında yeni bir “tarihsel blok” oluşturarak devletin yönetimini ele geçirmesiyle oluşmuştu. Bu entelijansiya, tarihsel bir fırsatı yakaladığına inanarak bir “toplumsal mühendislik projesi” başlattı. Bu entelijansiya, toplumun simgesel-ideolojik evrenini dini bir hakikat rejimine göre şekillendirmeyi, devletin disiplin, cezalandırma araçlarının (yargı ve güvenlik güçleri) kontrolünü elinde toplamayı amaçladı. Bu sırada, devletin ideolojik aygıtlarının denetimini ele geçirmeye başlıyor, kendi projesine uygun yeni ideolojik aygıtlar (tekke, zaviye, hiyerarşik unvanlar) kurmaya hazırlanıyor; adeta bir Osmanlı “restorasyonu” dönemi başlıyordu.
Bu sürecin başarısı “Yeni Türkiye”nin “yeni bireyinin” üretilebilmesine bağlıydı. Bu bağlamda da nüfusun yeniden üretimini (nüfus politikası), bunun alacağı biçimleri (aile-cinsel pratikler, tercihler), bedenin estetiğini (giysi, görünüm), mekânda, zamanda yerini (ibadet saatleri, yerleri, ritüelleri) denetleyen, yeniden şekillendiren bir biyopolitik rejiminin topluma dayatılması gündeme geliyordu. “Gezi Olayı” bu toplumsal mühendislik (restorasyon) projesini bu en kritik anında, “Bourbon Restorasyonu”nun sonunu başlatan 1830 ayaklanmalarını anımsatır bir biçimde tam zamanında durdurdu. (‘Muhteşem Mayıs - Haziran Günleri’, 03/06/2013)
Tüm dinci, ahlakçı iddialara karşın bu “restorasyon” projesi dünyevi bir temele dayanıyordu: Bu entelijansiya, bir tür (dini-ahlaki) bilginin üretiminin, yeniden üretiminin, bu bilginin dolaşım kanallarıyla araçlarının kendi tekelinde bulunmasını var oluşunun önkoşulu, toplumsal ekonomik artığa, servete ulaşmasının aracı olduğunu biliyor, toplumun içindeki egemenliğini önce burada kurmaya, devleti bu yönde değiştirmeye çalışıyordu.
“Yeni Türkiye”nin “yaşam savaşının”, kimi ABD’li analistlere göre, biri Arap kültürüne, Müslüman Kardeşler’e yakın, diğeri Arap İslamına yukardan bakan (Harold Rhode, The Gladstone Institute 26/12/13) iki farklı dini “gelenek” (gruplaşma) arasında, dini kodlarla, Özkök’ün deyimiyle (Hürriyet, 27/12) bir “iç savaş” olarak patlak vermesi de bu yüzden şaşırtıcı olmadı.
...yeniden tanımlanıyor
“Restorasyon” ABD-AB blokunun öngöremediği bir dış politika projesini de gündeme getiriyordu. “Gezi Olayı”ndan sonra, skandalın da katkısıyla dış basında yorumcular Türkiye’yi, AKP’yi yeniden tanımlanmaya başladılar. Dün, AKP için artık değişti anlamında kullanılan “İslamcı kökleri olan” kavramı yerini yalnızca “İslamcı” kavramına, Türkiye için kullanılan “örnek” kavramı da yerini “Müslüman” (Sünni mezhepçi) gibi kavramlara bırakmaya başladı. ABD’li analistler “stratejik ortak” kavramından, Türkiye ve ABD’nin ortak çıkarlarını sorgulama noktasına geldiler (Bipartisan Policy Centre). Şu sıralarda, “Yeni Türkiye”nin “ekonomik mucize” öyküsü de borsada çöküşe varan dalgalanmalarla uluslararası sermaye tarafından yeniden yazılıyor (Bloomberg, 26/12). Gelişmeler uluslararası bono piyasasının etkili isimlerinden El Erian’da “ya bulaşırsa” kaygıları yaratıyor.
“Rakipsiz Erdoğan” savları da, son günlerde yerini “Sonu mu geldi?”, “Skandal oğluna ulaşırken yaşam savaşı veriyor”, “Skandallar Erdoğan’ı sarsıyor”, (New York Times, The Daily Telegraph, The Times, Financial Times, Wall Street Journal), “Türkiye modeli tükeniyor” (Le Monde), “Erdoğan için annus horribilis... İslamcı sağın iç savaşı” (La Stampa); “Batı anlayamadı. Erdoğan’ın İslamcı projesi vardı... Başından beri köktenciydi... yalnızca yakın çevresi biliyordu” (Die Welt) gibi yorumlara bıraktı.
Bu yorumları çoğaltabiliriz. Ben, burada, ABD’de Bipartisan Policy Centre-National Security Program (İki partiden üyelerden oluşan Politika Merkezi-Ulusal Güvenlik Programı) bünyesinde yayımlanan The Roots of Turkish Conduct: Understanding the Evolution of Turkish Policy in the Middle East (Türkiye’nin Tutumunu Anlamak:...) başlıklı rapora değinmekle yetineceğim.
Bu kurum ekimde ABD yönetiminin Türkiye politikasını yeniden değerlendiren bir rapor yayımlamıştı, kısaca aktarmıştım (30/10/2013). Aralıkta yayımlanan son raporunda, eski büyükelçi Edelman’ın, Orta Asya- Kafkaslar Enstitüsü direktörü Svante Cornell’in, eski Bipartizan Centre başkanı ve JINSA üyesi Michael Makovsky’nin imzaları var.
Yaklaşık 90 sayfalık rapor, AKP döneminde Türkiye’nin dış politikasında “tarihi bir kayma” yaşandığına işaret ediyor. “Türkiye’nin dünya görüşündeki kökten değişikliğin”... “zamanında anlaşılamadığını” savunuyor.
Rapora göre Türkiye bu yeni dış politikasında Batı tarafından dışlanan rejimlere yakınlaşırken, bunu “Batılı ortaklarının konuşamadığı rejimlere ulaşabilen, Batı için yararlı bir politika olarak sunuyordu”. Davutoğlu’nun danışmanlığı, sonra yönetimi altında 2009’dan bu yana Türkiye’nin dış politikası Batı’dan uzaklaşmış, “pan-İslamcı”, “belirgin biçimde İsrail düşmanı bir hatta” oturmuş. “Arap uyanışıyla” birlikte Türkiye’nin politikası, Suriye ve Mısır olaylarına karışma biçiminin gösterdiği gibi, Sünni mezhepçi bir hatta geçmiş.
Rapor, bu gelişmelerin büyük ölçüde AKP’nin dinci ideolojisinden kaynaklandığını savunuyor, bugüne kadar AKP analiz edilirken bu boyutun ihmal edilmiş olmasından yakınıyor. Bunda AKP’nin inatla bu mirası ve kimliği reddetmesinin de rol oynadığına işaret ediliyor. Rapor boyunca Erdoğan-Davutoğlu politikaları, İran, Suriye, Hamas, İsrail, Mısır dönemeçlerinde ayrıntılı biçimde irdeleniyor.
Yolsuzluk skandallarından önce yazılmış olan bu rapor, AKP dış politikasının, bölgesel egemenlik ihtirası, Osmanlı nostaljisi, siyasal İslamın ideolojik etkileri altında yeniden savrulmaya başladığına işaret ediyor. Rapor bunları göz önüne almanın, “Türkiye’nin, ABD ile sanılandan daha az ortak çıkarı paylaştığını göstererek” ABD dış politikasını oluşturmaya yardımcı olacağını vurgulayarak bitiyor.
“Yeni Türkiye” öyküsünün hem içerde hem de dışarda dağılmasıyla birlikte, “iç ve dış dinamikler çakışıyor” varsayımı ortadan kalkıyor, AKP’nin varlık nedeni de...
‘Diğerleri’ Olarak AKP İktidarı
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...