Müjdat Gezen

Aptallığın teorisi

28 Mart 2022 Pazartesi

Almanya tarihinin en karanlık döneminden geçiyordu. Masum insanların dükkânları taşlanıyor, kadınlar ve çocuklar zalimce sokak ortasında aşağılanıyordu. Genç bir teolog olan Dietrich Bonhoeffer bu zalimliğe yüksek sesle itiraz etti ve bu sebeple hapse atıldı. Hapisteyken papaz bu konu üzerine uzun uzun düşündü. Sayısız filozof, şair, fikir adamı ve bilim adamı çıkaran bu kültür, nasıl organize kötülüğün, zalimliğin, korkaklığın, cehaletin ve suçun merkezi haline gelmişti?

Bonhoeffer, “Sorunun kökeninde kötülük değil, aptallık yatıyor” dedi. Hapisteyken yazdığı mektuplarda aptallığın yarattığı kötülüğün diğer tüm kötülüklerden daha tehlikeli olduğunu fark etti. Kötülüğü protesto edebilirdiniz, karşı argümanlarla kötülükle mücadele etmeniz mümkündü.

Oysa organize olmuş ahmaklar sürüsüne karşı yapabileceğiniz hiçbir şey yoktu. Ne protestolar, ne zorlama onlara etki ediyordu. Mantıklı gerekçeler sunduğunuzda önce reddederler, reddedemeyecek hale geldiklerinde ise önemsizleştirirler. Aptal insanlar hallerinden memnundur fakat saldırıya da hazır haldedirler. Saldırıya geçtiklerinde kötü insanlardan çok daha tehlikelidirler...

Bonhoeffer, aptallıkla mücadele edebilmek için önce onun doğasını anlamaya çalıştı: Aptallık bir zekâ problemi değildi, ahlaki bir problemdi.

Entelektüel birikimi olduğu halde aptal olan insanlar vardı. İlk etapta aptallığın doğuştan gelen bir maraz olduğu düşünülür, fakat bu da yanlıştı. İnsanlar belli şartlar altında aptallaşıyorlardı, daha doğrusu başkalarının kendilerini aptallaştırmasına müsaade ediyorlardı.

Aslında yalnız insanlarda bu maraz daha az görülüyordu. Buradan yola çıkarak aptallığın psikolojik değil, sosyolojik bir problem olduğu sonucuna vardı.

Güçlerin birisinde toplanması arzusuna politik ve dini hareketlerde çok rastlanırdı.

Aptallık hastalığının bulaştığı yerler, böylesi gruplardı. Ahmaklar ve diktatörler arasında muazzam bir korelasyon vardı, ikisi de birbirine ihtiyaç duyuyordu.

İnsanların ahlaki ve entelektüel birikimleri bir anda yok olmuyordu. Diktatör, gücünü artırdıkça aptallar o gücün büyüsüne kapılıyor ve bağımsız düşünme yetisini ele geçiriyordu. Otonom biçimde hareket ediyorlardı. Gözüne sokulan gerçekleri inatçı bicimde reddediyorlardı.

Onlarla konuştuğunuzda bir insanla değil, sloganlarla konuşan bir robotla konuştuğunuz hissiyatına kapılıyordunuz. Büyülenmiş gibiydiler, kötülük yaptıklarının farkında değillerdi... Ne yaptıklarının farkında bile değillerdi, kullanıldıklarını ve kötülük yaptıklarını onlara anlatarak bir yere varamıyordunuz. Onları bu katatonik uykudan çıkarmanın tek yolu bağımsız-özgür olmalarını sağlamaktı.

9 Nisan 1945 günü sabaha karşı Bonhoeffer’i bir toplama kampının darağacına asarak öldürdüler. Ölümünden iki hafta sonra o kamp ABD askerleri tarafından ele geçirilerek lağv edildi. “Yaptığımız her şeyden sorumluyuz” diyordu yazılarında...

Kaynak: Nezevanun - 10/10 Philosophy.

Bu yazıyı çocukluk arkadaşım Tınaz Titiz gönderdi. Akabinde uzunca süre telefonla konuştuk. Zaten sık sık görüşürüz. İznini alarak sizlere aktardım. 

VEFAT İLANI

Adana, Lüleburgaz, İzmir, Ödemiş, Zonguldak, Cide, Ankara, Niğde vefat etmiştir. Cenazesi yarın öğle namazında, Yeni Evler Cami’nden kalkacaktır. 

AİLESİ 

Vefat eden Ali Özcan’ın ailesinden biri “Mahalli gazete”ye bu ölüm ilanını telefonla yazdırıyor. Karşı taraf iyi anlasın diye vefat edenin adını, soyadını şehir adlarının ilk harfleriyle kodluyor. Gazetede o gün işe yeni başlayan acemi bir çalışan, ilanı aynen böyle basıyor. Olmuş bir olaydır. 

MÜZİK

Sanırım sanat dallarının içinde en kalıcısı müzik. Kuşkusuz resim, mimari, edebiyat, bunlar da kalıcı dallar ama müziğin yeri başka. Bizim mesleğimiz bunlara benzemiyor. Hele kameralar falan yokken tam da buza yazı yazmak gibiydi. Pek çok ustamızı izleyemedik, bilmiyoruz. Kim bilir ne büyük sanatçılar geldi geçti. Adlarını zaman zaman anıyoruz ama elimizde onlara ait bir görüntü yok. Mesela Kel Hasan Efendi’yi, Kavuklu Hamdi Efendi’yi izleyemedik. Büyük tiyatro oyuncularını izleyemedik. Yitip gittiler. Bizim kuşak ve daha önceki kuşak bu bakımdan biraz daha şanslı. Müzikte öyle değil. Belki çok eski zamanlardaki ses sanatçılarını da dinleyemiyoruz ama besteler kalıcı. Kuşkusuz tiyatro eserleri de kalıcı. Ben oyunculardan söz ediyorum. Diyebilirsiniz ki: “Ses sanatçıları da oyuncular gibi.” Tamam işte. Ben de onu diyorum. Yani yazılmış oyuna, bestelenmiş esere can verenler çok kalıcı olamıyorlar. Olsun. O eserler yaşıyor ya, biz ona bakalım. Zaten yüz sene sonra kim kime dum duma. Neler olacak o zamanlarda bilemiyoruzki. Benim unutulmak gibi bir korkum yok. Ben gittikten sonrasını zaten bilemeyeceğim. Adın yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur. Yaşadığım, hayatta kaldığım süre yararlı işler yapmışsam, bu bana yeter. Sonrası zaten tamamen sessizlik. 

HOŞÇA KAL

Sonra

gemiler geçecek gözlerinden

şiir gibi olacaksın

uçacaksın göklere

nehirler senin için akacak

çalgılar senin için çalacak

ama ben gitmiş olacağım

beni bir daha bulamayacaksın.

Hoşça kal gülüm

sana küskünüm

bu gidişim

o gidişlerimden değil

üzgünüm.

Kırık bir yürekleyim

ve terk edilmiş bir sandalda

tek kürekliyim.

Emin ol

bu bomboş denizin ortasında

nereye gittiğimin

farkında bile değilim.

Kokunu yanımda götürüyorum

ve biliyorsun

seni seviyorum bebeğim.

‘İSTEDİĞİNİ SÖYLEYEN İSTEMEDİĞİNİ İŞİTİR.’

Demek ki! “Ağzına geleni değil, aklına geleni söyleyeceksin.” Ben bu köşede yazı yazarken, an geliyor, avukatım, dostum Celal Ülgen’e telefon açıyorum; “Celalciğim, acaba bu sözcük burada, yanlış anlaşılır mı” diye soruyorum. Bir nevi otosansür gibi görünse de galiba günümüzde doğrusu bu.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sofi 13 Mayıs 2024
Darağacında üç fidan 6 Mayıs 2024
İktidar 29 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları