Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Unutulan toprak, kaybolan hafıza; tarladan tabağa kırık bir zincir
Tarım bugün, bu ülkenin en derin yaralarından biri, belki de en çok kanayanı. Bir yanda üretici emeğinin karşılığını alamadığı için sızlanıyor, diğer yanda tüketici, sofraya koyacak ekmeği nasıl ucuza getireceğini düşünüp duruyor.
Gıda sektöründe 40 yılı aşkın deneyime sahip biri olarak söylüyorum; bu bereketli topraklar üzerinde "Bu da olur mu?" dedirten işler oluyor. İnsanlar uzaya şekil verirken, biz, toprağa ve emeğe dayalı işlerde sınıfta kalıyoruz.
Türkiye’nin tarım ve hayvancılık serüveni, tarihin derinliklerinde kök salmış bir hikaye... Ancak ne yazık ki, bu hikaye son zamanlarda epey unutulmuş görünüyor. Kadim Anadolu’nun bereketli topraklarında filizlenen o zengin tarım hafızası, binlerce yılın birikimi silinmeye yüz tuttu. Yitirdiğimiz sadece tohumlar değil, aynı zamanda toprakla kurduğumuz o derin bağ…
Tarlalarda yetişen sebze ve meyvelerin, buğdayın, arpanın, fasulyenin o eski tadını hatırlayan kaldı mı? Artık ne koku o koku, ne tat o eski tat. Ama yine de "organik" etiketiyle raflarda boy gösteriyor. Çoğu değilya, hadi organik olduğuna ikna olduk diyelim, peki bu organik nimetlere erişebilen bir avuç insandan biri olabiliyor muyuz?
Ülke genelinde tarım, hayvancılık, gıdaya erişim, gıda tüketimi söz konusu olduğunda mutlu olan kim var? Ne üretici ne tüketici…
Örneğin et? Niçin sofralarımıza altın koyar gibi et koymaya çalışmak durumunda kalıyoruz?
Oysa Türkiye coğrafyası, küçükbaş hayvan yetiştiriciliğine ne kadar da uygun. Koyun, keçi... Terk edilen meralarla birlikte, bu zenginlikten vazgeçtik. Küçük üreticiler, birer birer sahneyi terk etti. Kentlere göçtü. Kurdu olduğu toprak işlerini bırakıp, uzmanı olmadığı işlerde asgari ücrete talim ederek nefes almaya çalışıyor. Ne hüzünlü bir Anadolu insanı öyküsüdür bu…
"Et ithalatına yönelmeyin, besicilerimizi, tarımımızı koruyun," dedik. Kendi kendimize yetme becerimizi yok etmeyelim, dedik, dinletemedik. Özellikle 1950’lerden itibaren köyden kente göçle birlikte başlayan süreç ve izlenen yanlış tarım ve hayvancılık politikaları yüzünden bugün, dışa bağımlı hale gelmiş bir Türkiye, kendi zenginliğinden kopmuş bir Anadolu var karşımızda. Avrupa’dan, Avrupa’nın yanında Avustralya, Yeni Zelanda gibi denizaşırı ülkelerden hayvan ithal ediyoruz, gelirken çoğu telef oluyor…
Issız meralar, susturulmuş birer tanık gibi sessizce soruyor: "Bu topraklar neden terk edildi?”
Küresel ısınma... Bir diğer tehlike. Ürün deseninin değişmesi, yenilenmesi gerektiğini, tohumların küresel ısınmaya uygun şekilde geliştirilmesi gerektiğini, hayvan ırklarımızın ıslah edilmesi gerektiğini, vahşi sulamayı terk etmemiz gerektiğini, altyapıyı iyileştirmemiz gerektiğini yıllar önce söyledik. 2011’deki arama konferanslarında bağırdık, "Türk tarım ve gıda sanayisi kendini gözden geçirmeli" dedik. Bu alana yatırım yapılmalı. Kim duydu? Kimse... Her geçen gün doğru ve yeterli gıdaya ulaşmak zorlaşıyor. Gıda güvenliği günbegün yok oluyor.
Tarım ve hayvancılık, sadece ete, süte, yumurtaya, diğer et ve süt ürünlerine dayanmıyor. Deri sanayii, otomotiv, giyim, kimya sanayii... Hepsi bu döngünün bir parçası. Tarım ve hayvancılık hepsine dokunuyor.
Akreple kurbağanın hikayesi gibi... Yönetenler, üretenler, tüketenler... Herkes bu sarmalda birbirini tüketiyor. Ülke kendi başını yiyip bitiriyor.
ÜRETİCİNİN TERK ETTİĞİ DEĞER
Tarım ve hayvancılığın hak ettiği değeri görememesi, ülkenin en derin yaralarından biri ve tüm sorunların başlangıç noktası.
Yaşamın sürdürülebilmesi için gerekli olan temel besin maddelerinin pazara sağlıklı bir şekilde ulaştırılamaması ayrı sorun, pazarda hak ettiği değeri bulamaması ayrı.
Çünkü lojistik, hâlâ çözülmemiş bir bilmece gibi karşımızda. Soğuk zincirler? Kırık... Paketleme? Formalite… Bunların belirli oranlarda çözüldüğü noktada bile korkunç fireler veriliyor. Peki, bu tablo neyi gösteriyor? Gıda taşımacılığının hâlâ kara düzen sürdüğünü… Kamyonlara yüklensin, kışın donsun, yazın yansın... Muhteviyatı bozulsun. Kısa vadeli kazançların peşinde koşarken, uzun vadede kaybettiğimiz değerin farkında değiliz.
Üreticiler, ürünlerini pazara göndermekte zorluk çekiyor, çünkü dağıtım zincirleri yetersiz. Tarladan çatala uzanan yol, bozuk, engelli ve sıkıntılı. Üretici, ürününü pazara ulaştıramıyor; ancak bazı merkezi üretim noktalarından ve daha pahalıya taşıtabiliyor. Akaryakıt, başlı başına bir sorun; bu alanda da herhangi bir destekleme yok. Ürünlerin tarladan pazara, uygun ekonomik ve fiziksel koşullarda taşınamaması, tarımın en büyük darboğazlarından biri.
Çiftçiler sözünü tutmayan fabrikaların oyununa geliyor. Sözde fiyat garantisi veriyorlar. Üç liraya ürettiği domatesi, bir buçuk liraya vermesini istiyorlar köylüden. Çiftçi, "Olmaz kardeşim!" diyemeyecek kadar çaresiz. Boynunu büküp bekliyor. Yine de koca koca fabrikalar sözünde durmuyor. Köylü mağdur. ”Mahkemeye git" diyorlar, ama kimin vakti var yıllar süren davalara? Hukuka saygısı olmayanların ülkesinde…
Fındık üreticisi ağlıyor, çünkü fındık borsası Hamburg’da… Dünya fındık üretiminin yüzde 70’ini sırtlanan Türkiye’de değil… Fiskobirlik? Yok.
Çay üreticisi ağlıyor. Kaliteli çay yetiştiremiyor, çünkü kimyasal gübre kullanmadan kendini geçindirecek verime ulaşması imkânsız…(Kaldı ki çoğu zaman, kimyasal gübreyi de yeterince satın alıp toprağa atabilecek durumu yok) Hayvan gübresi kullanmayı denese bile, tarım ve hayvancılığın neredeyse bittiği bu bölgelerde hayvan gübresi bulmak oldukça zor. İnsanların çoğu sadece yazın geliyor, bir iki ay çay hasadı yapıp gidiyor. Halbuki tarım ve hayvancılık, 12 ay boyunca sürdürülmesi gereken bir uğraş. Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz… Elbette yıl boyu orada kalan, toprağıyla ilgilenenler var hala ancak sayıları günbegün azalıyor.
Bir diğer temel sorun üreticinin, ürettiği çayın karşılığını alamaması. Üretici, hak ettiği fiyatı bulamayınca, maliyetleri düşürmek için ucuz yollara kaçıyor; daha fazla verim elde edebilmek için kimyasal gübreye daha da bağımlı hale geliyor. Eğer hak ettikleri fiyat verilse, üreticiler en güzel şekilde çaylarını yetiştirecekler. Ancak, bu kısır döngüde kalite kaybolup gidiyor, topraklarımız ve ürünlerimiz değersizleşiyor.
Buğday, pirinç, nohut... Hiçbirinde kendi kendimize yetemiyoruz. Mercimeği Kanada’dan getiriyoruz, düşünsenize. Akıl tutulması gibi…
Tavuklar 48 günde sofraya geliyor. Oysa Avrupa’da bu süreç bir yıl sürüyor, en az. 48 günde yetişen tavuklar, modifiye edilmiş, kansere davetiye çıkaran gıdalar haline gelmez mi? Kimse sormuyor, "Bu tavuk 48 günde nasıl yetişir?" diye. Denetleyen yok, bakan yok. Herkes vurgun peşinde.
Oysa ne bereketli topraklara sahibiz! Dört mevsimi bir arada yaşıyoruz, Adana'da, Hatay'da aynı topraktan senede dört-beş ürün alabiliyoruz. Ama ne yapıyoruz? Vahşi sulama! Konya’da, Karaman'da toprağın 500 metre altındaki suyu bile çekiyoruz. Artık obruklar oluşuyor. Bu bölgelerde yer altı tünelleri aracılığıyla kurulması planlanan sulama sistemleri maalesef bir türlü gerçekleştirilemedi. Bölge zaten kurak bir bölge. Üstüne bir de biz suyu çeke çeke iyice kurutuyoruz. Toprağı da iklimi de bozuyoruz. Buralarda bölgenin coğrafi koşullarına uygun üretim yapılması hayati önem taşıyor.
TÜKETİCİNİN TERK ETTİĞİ DEĞER
Tüketici olarak tarım ve hayvancılığa gereken değeri vermediğimiz acı bir gerçek. Soframıza gelen gıdaların ardındaki emek ve zorlukları göremiyoruz, görmek de istemiyoruz belki. Herkes ucuz yollu karnını doyurmanın peşinde, ama bu ucuzluğun bedelini kim ödüyor? Ucuza alınan her ürün, toprağa, çiftçiye, ve nihayetinde geleceğimize yapılan bir haksızlık. Tarım ve hayvancılık, sadece bir sektörden ibaret değil; bu ülkenin bel kemiği, köklü bir kültürün yansıması. Ancak, biz bu kültüre gereken saygıyı göstermiyoruz.
Daha da kötüsü, tüketici olarak kaliteyi talep etme alışkanlığını yitirdik. Ucuz olan her şeyin peşine düşerken, aslında ne kadar büyük bir kayıp yaşadığımızı göremiyoruz. Yediğimiz her lokmada, içtiğimiz her yudumda bu toprakların bereketini tüketiyoruz. Ancak, bu bereketin arkasındaki emeğe gereken saygıyı göstermeden, sadece tüketim odaklı bir anlayışla nereye varabiliriz?
Bu durumda, "Az olsun, öz olsun" mantığını anlamak zorundayız. İki kilo domates yerine bir kilo almak, bir kilo çay yerine yarım kilo alıp daha kalitelisini tüketmek belki de en akılcı çözüm. Ama ne yazık ki, halkımız ucuza, niteliksizliğe alıştırılmış durumda. Niteliksiz, kalitesiz gıdadan kastımız, ürünün, taşıması gereken besin değerini taşımamasıdır. Kısa sürelerde, tamamen kimyasal gübreyle, ilaçla yetiştirilen ürünlerde ne yazık ki nitelik olmuyor. İnsanlar adeta posa tüketiyor, hatta dert tüektiyor. Çünkü halk, sağlıklı gıda tanımı konusunda son derece bilinçsiz. Ürünün sadece rengine, şekline bakıyor. Üretici de, yolunun yönteminin sağlıklı olup olmadığına bakmadan, pazara uygun ve en fazla miktarda ürün yetiştirme peşinde.
Taş fırınlarda uzun uzun pişen nitelikli, besleyici tam buğday ekmeklerinin yerine matador fırınalrda 20 dakikaya pişen, ertesi gün lastik gibi olan şişirme ekmekleri yemeye başladık. Taş tabanlı fırınlarımızı söküp, yerlerine matador fırınları koyduk. Tıpkı Arnavut kaldırımlarını söküp, yerlerine asfalt döktüğümüz gibi. Zaten Atatürk’ten sonra işler hep tersine gitti bu ülkede. Kısa sürede köşeyi dönme hırsı, fırsatçılık, ülkemizi bu hale getirdi.
Çocuklarımız bile artık ekmeğin, sebzenin, meyvenin nerede ve nasıl üretildiğini bilmiyor. Japonya’da, Fransa’da çocuklar tarımla iç içe büyüyor, özel tarım dersleri alıyor, çiftliklere, köylere götürülüyorlar. Fransa’da pazara girdiğinizde sebzenin, meyvenin kokusu elinize siniyor, bizde ise tarım ilacının, kimyasal gübrelerin kokusu burnunuza geliyor.
Elbette, insanları ucuz olana yönelten çok haklı gerekçeler var, bilhassa bugün. Asgari ücretle geçinmeye çalışan biri için, kaliteli gıda talep etmek bir lüks haline gelmiş durumda. İnsanlar, yaşam mücadelesi verirken, ucuz olanın peşine düşmek zorunda kalıyorlar. Bu, bir tercihten ziyade, acı bir zorunluluk. Hükümet politikalarının, insanları bu çıkmazın içine sürüklediği bir gerçek. Ne kaliteli gıdaya erişim mümkün, ne de ucuz gıdayla sağlıklı bir yaşam sürmek...
Tüketiciyi bu zor seçime iten sistem, aslında tarım ve hayvancılığın değerini yitirmesinin en büyük sebebi. Değersizleştirilen her şeyin sonunda, kaybeden yine biz oluyoruz; sofralarımızın bereketi, topraklarımızın zenginliği, sağlığımız…
Tüketiciyi bu zor seçime iten sistem, aslında tarım ve hayvancılığın değerini yitirmesinin en büyük sebebi. Değersizleştirilen her şeyin sonunda, kaybeden yine biz oluyoruz; sofralarımızın bereketi, topraklarımızın zenginliği, sağlığımız…
Temel mesele; yeterli, sağlıklı ve nitelikli gıdaya erişim.
Halk proteine yeterince ulaşamıyor. Bu eksiklik, kas gücümüzü ve beyin gücümüzü olumsuz etkiliyor. Batılı toplumlarla aramızdaki en büyük farklardan biri, yeterli protein alamayan bireylerin gelişiminde yaşanan bu eksiklik. Beyin ve vücut yeterli proteini alamazsa, tam anlamıyla gelişemez. Sporda ve hayatta geri kalmamızın nedenlerinden biri de bu…
Halk, sağlıklı ve nitelikli gıdaya erişemiyor. Tarım ve hayvancılıkta zaten yeterince sağlıklı ürünler yetiştiremiyoruz; hormonlar, antibiyotikler, kimyasallar, hızlı üretim ve daha fazla verim elde etme çabasıyla kullanılan takviyeler, gıdaların niteliğini bozuyor. Halk, hem besleyici gıdaya ulaşamıyor hem de sağlıksız ürünleri tüketmek zorunda kalıyor. Sonuç? Kanser, kalp damar hastalıkları, diyabet gibi rahatsızlıklar toplumda hızla yayılıyor; insanlarımızı en verimli çağlarında bu hastalıklardan kaybediyoruz.
Diğer taraftan, devletin sağlık harcamaları korkunç boyutlara ulaşmış durumda. Oysa bu paralar, sağlıklı gıda üretimine yönlendirilse, devletin sağlık harcamaları azalacak, daha sağlıklı nesiller yetiştirebileceğiz. Ziraat mühendisleri, gıda mühendisleri, alanın uzmanları teşkilatlara dahil edilip, nitelikli ve sağlıklı gıdalar üretmemiz için kullanılabilir.
Halkın büyük bir çoğunluğu yoksul ve nitelikli, yeterli gıdaya erişemiyor. Devlet bu alanı sübvanse ederse, uzun vadede sağlık harcamaları düşecek, daha sağlıklı nesiller yetişecek ve olimpiyatlar gibi uluslararası arenalarda da daha başarılı olacağız!
Gelecek nesillere sağlıklı ve verimli bir tarım sistemi bırakmak istiyorsak, önce biz, tüketiciler olarak bu değeri yeniden öğrenmeli, içselleştirmeli ve talep etmeliyiz. Ancak o zaman, bu toprakların gerçek potansiyelini ortaya çıkarabilir, sofralarımıza hak ettiği değeri geri kazandırabiliriz.
Bugün, hem tüketici hem de üretici ağlıyor. "Kendim ettim, kendim buldum" diyen Anadolu, kendi yarattığı sorunlarla yüzleşiyor. Oysa, tüketici olmadan üretici, üretici olmadan tüketici olmaz. Bu iki tarafın birbirini tamamlayan bir döngüde olduğunu unutmamak gerek. Tüketicimiz de denetleyici, sorgulayıcı olmalı; nitelikli ve kaliteli ürünün peşine düşmeli. Kaliteyi ve sağlıklı gıdayı talep eden bir toplum, üretimi de bu doğrultuda şekillendirir. Ancak bu bilinçle, hem üretici hem de tüketici hak ettiği değeri bulabilir ve bu kısır döngüden çıkabiliriz.
YÖNETİCİNİN TERK ETTİĞİ SORUMLULUK
Bugün Türkiye, ne yazık ki tarım ve hayvancılığa hak ettiği değeri vermemenin acı sonuçlarını yaşıyor. Bir zamanlar Anadolu’nun bereketli topraklarında yetişen ürünler, şimdi Sırbistan’dan, Fransa’dan, Macaristan’dan, Polonya’dan ithal ediliyor. "Kim ekecek, kim biçecek, nasıl üretilecek?" diye dertlenen insanlar yok.
Bizim kasaplarda 600 liradan aşağı kaliteli et bulmak imkânsızken, Londra’da en kaliteli etin kilo fiyatı 7-8 pound, yani Türkiye’dekinin yarısı. Yumurta, tavuk…aynı.
Tarım ve hayvancılığın yeniden canlanması için hane halkının gelir seviyesinin yükseltilmesi gerekiyor. Bugün açlık sınırının altında yaşayan insanlar var ve bu, yöneten politikacıların utancı. Onların sorumluluğu, bu durumu acilen düzeltmektir!
Devrim niteliğinde kararlar alınması gerekiyor. Türkiye, yitirdiği tarım hafızasını yeniden kazanmalı, Anadolu ve Trakya toprakları mutlaka işlenmeli.
Tarım ve hayvancılık planlamasının yapılması gerekiyor. Sofralarımıza giren her şey için üretim planlaması şart. Türkiye’de binlerce ziraat mühendisi, veteriner hekim, gıda mühendisi, kimya mühendisi işsiz geziyor, kendi mesleklerinin dışında işlerle uğraşıyor. Halbuki bu beyin gücü tarım ve hayvancılığı yoluna sokmak için kullanılabilir!
Sağlıklı gıdayla ilgili bilinçsizliği kırmak için, ilkokuldan itibaren beslenme ve sağlıklı gıda konuları temel ders olarak okutulmalı. Sağlıklı gıdaya nasıl erişileceği, üreticinin nasıl sağlıklı gıda yetiştireceği anlatılmalı. Veteriner hekimlerimiz, ziraat mühendislerimiz niçin var? Bir zamanlar ilçelerde tarım örgütlerimiz, her ilçede tarım istasyonlarımız vardı. Bunların çoğu artık sadece denetim görevi yapıyor; zaten birçoğu da kapatıldı. Oysa bu uzmanlıklar ve kurumlar, sağlıklı gıda üretimini ve bilincini yaymak için kullanılmalıydı…
Tarım Bakanlığı'na bağlı kurumlar ve tarım örgütleri daha da yaygınlaştırılmalı. Hatta pilot bölgeler oluşturularak, sadece gıda zehirlenmeleri veya diğer şikayetler üzerine harekete geçmenin ötesinde, köylüyü bilinçlendirecek, sağlıklı gıda üretimi konusunda rehberlik yapacak bir noktaya gelinmeli. Bu kurumlar, köylünün sağlıklı gıda yetiştirmesi için aktif rehberlik yaparak, tarımın ve halk sağlığının geleceğini güvence altına almalı.
Plansızlık ve kontrolsüzlük nedeniyle çiftçiler iki yıl üst üste para eden bir ürüne ertesi gün topluca yöneliyor. Bu da üretimde müthiş bir yığılmaya, arz fazlasına ve sonunda ürünlerin ziyan olmasına neden oluyor. Çiftçi, emeğinin karşılığını alamıyor; çünkü pazarda fiyatlar düşüyor, ürünler elinde kalıyor.
Özellikle taban fiyatlar konusunda, bilhassa çay, fındık, hububat, pamuk üreticisi dertli, herkes mağdur. Devletin düzenleyici otorite olarak sahada yeterince varlık göstermemesi, bu sorunu daha da derinleştiriyor. Taban fiyat konusu, tüm zirai ürünlerde uygulanmalı. Hububatta, çayda, domateste, kayısıda, özellikle en büyük ithal kalemlerinden biri olan ayçiçeğinde… Kim bu topraklarda zirai üretim yapıyorsa, devlet mutlaka müdahil olmalı. Üreticinin emeğinin karşılığını alabilmesi ve sürdürülebilir bir tarım ekonomisi için, devletin bu alanda güçlü bir rol üstlenmesi şart. Aksi takdirde, üretici hem ekonomik hem de moral anlamda tükenmeye devam edecektir.
Süt olmadan et, et olmadan süt üretimi de mümkün değil. Bir dönem et para etmiyor diye süt veren inekler kesime gönderiliyor. Bu da hayvan popülasyonunu azaltıyor, yeni buzağılar doğmuyor. Et ve süt üretiminde bu denge bozulduğunda, piyasada yığılmalar yaşanıyor ve fiyatlar düşüyor. Plansızlık, hem hayvancılıkta hem de tarımda büyük zararlar doğuruyor; çiftçiyi ve üreticiyi çıkmaza sürüklüyor. Bu nedenle, tarım ve hayvancılıkta uzun vadeli, sürdürülebilir bir planlama şart.
Çiftçinin ne üreteceğini bilmesi, ne kadar üretim yapacağını bilmesi lazım. Küresel ısınmanın etkileri de göz önünde bulundurularak, ürün deseni değiştirerek üretim yapılmalı ve sağlıklı biçimde dağıtım zincirleri oluşturulmalı.
Mevcut yasalar da artık yetersiz. Hal Yasası, Mezbaha Yasası en baştan dizayn edilmeli. Özellikle Et ve Balık Kurumu gibi, geçmişte tarım ve hayvancılığın bel kemiği olan kurumlar, maalesef özelleştirmelerle parça parça edilip zayıflatıldı. Şu an bu kurumun adı var, ama kendi yok; gerekli işlevleri yerine getiremiyor ve piyasa düzenleyicisi rolünden çok uzakta. Aynı şekilde, Süt Endüstrisi Kurumu da tekrar eski kudretine kavuşturulmalı. Toprak Mahsulleri Ofisi keza… Bu kurumlar, tarım ve hayvancılık sektöründe üreticilerin mağdur edilmesini engelleyen, piyasa düzenleyicisi rolünü üstlenmelidir. Tarım ve hayvancılık, tüccar ve sanayicinin merhametine bırakılamaz. Devlet, düzenleyici otorite olarak görevini eksiksiz yerine getirmelidir. Ancak bu şekilde tarım ve hayvancılık alanında sürdürülebilirlik sağlanabilir.
Pazar, vahşi kapitalizmin acımasız piyasa koşullarına, azgın rekabet ortamına terk edilmemeli. Tarım ve hayvancılığa stratejik bir perspektifle yaklaşılmalı; bu alanlar, ülkenin ulusal güvenliğini koruma kapsamında ele alınmalıdır. Tarım ve hayvancılık, sadece ekonomik bir faaliyet değil, aynı zamanda bir ülkenin bağımsızlığını ve sürdürülebilirliğini garanti altına alan hayati unsurlardır. Bu yüzden, bu sektörler stratejik öneme sahip olarak görülmeli ve ona göre korunmalıdır.
Tarım ve hayvancılık sorunları pansuman çözümlerle iyileştirilemez; kangreni aspirinle tedavi edemezsiniz. Tarım ve hayvancılık, siyaset üstü bir mesele olarak ele alınmalı, ulusal bir öncelik olarak görülmelidir.
Miras hukuku, arazilerin parçalanmış yapısı da bu sorunların bir parçası. Kardeşler, amca çocukları arasında 40 parçaya bölünen 10 dönümlük topraklarda nasıl tarım yapılabilir, bu topraklar nasıl işlenebilir? Miras hukukunun, arazi paylaşımı yasasının mutlaka değiştirilmesi, toprağı işleyecek olan kişinin desteklenmesi lazım.
Tarımın en büyük sorunlarından biri de çiftçiye verilen değerin eksikliğidir. Köylüye, üreticiye, çiftçiye destek yok. Yatına akaryakıt alan bir tekne sahibi KDV’siz motorin alabiliyor, ama çiftçi hiçbir pozitif ayrımcılık olmadan üretim yapmaya çalışıyor. Ne ayrıcalığı var ne de elle tutulur bir desteği, sübvansiyonu, kredisi… Bu şartlar altında, nasıl üretim yapılsın, nasıl tarım ve hayvancılık canlansın? Avrupalı çiftçi, çok ciddi sübvansiyonlar alıyor, tarımda, hayvancılıkta bilimden sonuna kadar faydalanılıyor. Bizde ise ne yazık ki bu konulara hak ettiği değer verilmiyor.
Tersine göç sağlanmalı; kentlerden köylere geri dönüş teşvik edilmelidir. Bunun için tarım ve hayvancılığın güçlü bir şekilde desteklenmesi gerekiyor. Bu alanların para etmesi, kazançlı hale gelmesi sağlanmalı. Uzun vadeli politikalar açıklanmalı, tarımsal ve hayvansal üretime geri dönmeyi düşünen insanlara uygun kredi imkânları sunulmalı. Tarım ve hayvancılıkta üretime katılacak olan kişilere adeta gözümüz gibi bakmalı, onları bu süreçte desteklemeliyiz. Ancak bu şekilde, köylerin yeniden canlanması ve üretim kapasitemizin artırılması mümkün olacaktır.
Tarım ve hayvancılık, üç temel sac ayağı üzerine kuruludur: Devlet, üretici ve tüketici. Bunlar birbirini tamamlamalı ve bütünlemeli. Eğer bu üç ayaktan biri dahi zayıfsa, tarım ve hayvancılığın ayakta kalması imkansız hale gelir. Birinin zaafiyeti diğerlerinin de zaafiyeti anlamına gelir. Devlet, tarımın destekçisi ve düzenleyicisi olarak, denetleyen, kontrol eden mekanizma olarak güçlü bir rol üstlenmeli, taşın atlına elini sokmalıdır. Tarım ve hayvancılıkla ilgili yasalar da bu üç temel sac ayağına hitap etmeli, onları bütünleyici ve düzenleyici olmalıdır. Yasalar, sadece kağıt üzerinde kalmamalı; uygulamada üreticiyi desteklemeli, tüketiciyi korumalı ve devletin bu alandaki denetim rolünü güçlendirmelidir. Ancak ne yazık ki şu anda teşkilatları zayıf, bütçesi yetersiz. Üretici, emeğinin karşılığını alamazken, tüketici de hem bilinçsizlik hem de maddi imkansızlıklar yüzünden sağlıklı ve nitelikli gıdaya ulaşamıyor ve ürünlere hak ettiği değeri veremiyor. Bu dengesizlikler, tarımın ve hayvancılığın temelini sarsıyor, sistemin sürdürülebilirliğini tehlikeye atıyor.
Tarım ve hayvancılığa verilen değer, aslında bu ülkenin insanına verilen değerin aynası. Ne yazık ki, o değer her geçen gün biraz daha yitiriliyor.
Ama unutmayalım, tohumlar ve umutlarımız hâlâ toprağın altında, bir gün yeniden filizlenmek için bekliyor.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
En Çok Okunan Haberler
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- WhatsApp, Instagram ve Facebook'ta erişim sorunu!
- Polis müdürlerine gözaltı: 'Cevheri Güven' ayrıntısı
- O ülke Suriye büyükelçiliğini açıyor!
- Hamaney 'Suriye' sessizliğini bozdu!