Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
‘Karar gücü’
Türkiye’yi bir koalisyon yönetiyor. Bu koalisyon, görünen ve görünmeyen aktörleriyle birlikte asıl “karar gücü”nü elinde tuttuğunu kritik dönemeçlerde görünür kılarak iktidarını sürdürüyor. Bu “karar gücü” yeri geliyor Meclis’e yani yasama organına karşı, yeri geliyor yargı hükümlerine karşı, yeri geliyor halkın kararına ya da çıkarına karşı işliyor.
Ancak hukuka ve demokrasiye karşıtlık temelinde büyüyen bu “karar gücü”nün devamlılığı için toplumsal meşruluğun sürdürülmesi gerektiği de biliniyor. Bu nedenle “karar gücü”nün sarsıldığı zamanlarda toplumun farklı siyasal, sosyal kesimlerinin aktif ya da pasif olarak onay verebilecekleri bir hamle devreye sokuluyor. Bu hamle antidemokratik karakterli, devleti hukuk temelli işlemekten alıkoyan her işleyişi, “güvenlik” kaygısı etrafında milliyetçilik kılıfına sokarak “beka” vaadi ile birlikte sunuyor.
Diğer yandan, Türkiye’yi yöneten ve birbirine benzemezlerden oluşan koalisyonun kendi iç birliğini sağlaması için de bir harç gerekiyor. İşte bu güvenlik ve “beka” merkezli “milliyetçi” harç, koalisyonun iç birliğini sağladığı gibi, farklı aktörlerin temsil ettikleri yapıları bu koalisyona teslim etme heveslerinin de mazeretini veriyor. Bu sayede işçi sendikası başkanı, işçinin pahalılığa ezdirilmesini “S-400 alımı” ile meşrulaştırabiliyor ya da Barolar Birliği başkanı, Saray’da yargı yılı açılışı etkinliğine katılmasına karşı çıkanlara “tuzu kurular” diyebiliyor. Öyleyse hem devletin güvenlik aygıtları ve siyasal aktörler hem de bunlarla “sivil toplum” arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor. Size hangi rejimi hatırlatıyor?
Ve burada hukuk her durumda ya da herkes için geçerli ilke olmaktan çıkarılıyor. Anayasa istendiğinde uygulanıyor; uygulanması istenmediğindeyse en üst mahkeme kararına alt mahkemelerin uymayabileceği vurgusu kolaylıkla yapılabiliyor. Terör örgütü liderinin mektubu seçime üç gün kala “milli çıkarlar” gereği bizzat koalisyon aktörleri tarafından yaygınlaştırılırken suçun ve suçlunun tanımı hukuk yerine iktidarın kurduğu ittifaklara ve bu ittifaklara karşı tutum alanlara göre yenileniyor, şahsileşiyor. Koalisyon tarafından içi doldurulan “milli çıkar”a uygunsa bir eylemin suç niteliği de kalmıyor özetle. Oysa devlet demek herkes için geçerli, eşit hukuk demektir bir yanıyla.
Bu tabloda yargının Saray’da simgeleşen yeni devlet koalisyonuna tam bağımlılığını ilan etmek için baroları Saray’a davet etmesi de, daha 5 ay önce adaylıklarına ve mazbata almalarına bizzat yüksek yargı tarafından izin verilmiş belediye başkanlarının haklarındaki soruşturma süreçleri ya da davalar sonuçlandırılmadan görevden alınmaları da yürütme ile yargı ilişkisi açısından aynı sonuçları doğuruyor. Yürütme, yargıyı hem kendisine bağımlı hem de kendisini yargının karar süreçlerinden bağımsız kılabilecek bir kuvvet tekelleşmesini böyle sağlıyor.
Kayyım kararı
Kayyım kararı da bu açıdan önemli. Seçimden önce hükümet yetkililerinin “seçilseler de görevde kalabilecekler mi” dedikleri biliniyor. Bir yandan yargının kararına rağmen yürütmenin elde ettiği nihai “karar gücü”ne duyulan özgüvenin; diğer yandan da belediyelere kayyım atanması kararının 5 aylık performansla ya da işlenen suçlarla ilgili olmayabileceğinin kanıtı bu cümleler. Hüküm önden verilmiş. İnandırıcılık sorunu tam da burada başlıyor.
Kuşkusuz terörle mücadele ve tek kişinin burnunun bile kanamaması önemli; ancak halkın daha birkaç ay önce seçtiği ve seçilmelerine de göreve başlamalarına da izin verilen kişilerin yargı süreçleri tamamlanmadan apar topar görevden alınması ve Kürt seçmene “sen kimi seçersen seç, son kararı ben veririm” mesajının verilmesi gerçekten başarılı bir “terörle mücadele” stratejisi midir, zaman gösterecek.
Öte yandan son kayyım kararının, özellikle 23 Haziran hezimeti sonrasında sarsılan koalisyonu ve kitle desteğini yeniden toparlama; koalisyonu yeniden “karar gücü” bakımından nihai iktidar görüntüsüne kavuşturma, karşıt siyasal güçler yani muhalefet içindeki çelişkili birliği çatlatma ve bu açılan gedikten hareketle yeniden her türlü muhalif tutuma karşı bir baskı dönemi başlatma hedefinden bağımsız olduğu da düşünülemez.
Neyi savunmak gerekir? Hukuku, demokrasiyi, halkın egemenliğini. Neye karşı çıkmak gerekir? Teröre, şiddete ve terörle mücadelenin otoriter rejim inşası için mazerete dönüştürülmesine. Türkiye’nin başka bir yola, güvenlikle demokrasiyi, gerçek hukukla ekmeğin adilce bölüşümünü bağdaştıracak bir yenilenmiş kuruluş sözleşmesine ihtiyacı var. Gidilen yol, yol değil.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Restoranlarda 'harcama limiti' uygulaması başladı