Umut ve umutsuzluk

17 Aralık 2022 Cumartesi

Dino Buzzati’nin “Tatar Çölü” romanında, askeri okuldan yeni mezun Teğmen Giovanni Drago, bir sonbahar sabahı ilk görev yeri olan ve Kuzey Krallığı’nın sınırında bulunan Bastiani Kalesi’ne gider. Günler göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Yaşamı, yaklaşık otuz yıl kaldığı kalede eve dönüş yolunda, bir han odasında son bulur. Aslında kaleye dört aylığına gelmiştir. Bir yanda dik kayalıklarla dağların, diğer yanda Kuzey Krallığı’na ait uçsuz bucaksız Tatar Çölü’nün yanı başında otuz yıl boyunca kuzeyden gelen düşmanı bekler. Derken bir gün, bir silah sesi Bastiani Kalesi’nde yankılanır. Drago, “Bu silah sesi kaledekiler için umudun sesi gibidir. Herkesin birbirinden sakladığı umudun sesidir. Birkaç er dışında hiç kimse, hepsinin yüreğinde yatan o sözcüğü telaffuz edememektedir” diyerek kaledeki anlamsız hayatı belki de anlamlı kılan tek şeyin umut sözcüğünde saklı olduğunu vurgular. Otuz yıl boyunca yaşamı bir anlık umut için harcamak öyle kolay bir şey değildir.

*

Bizdeki memleket havası ise gözlerimizdeki umudu öldüren nice fırtınayla dolu. Bir kuşak yanı başımızda şu dizeleri söyledi, durdu: “Çiğnendi, yazık, yine milletin ümmid-i bülendi/ Kanun diye kanun diye kanun tepelendi!” Tevfik Fikret’in artık günlük yaşamın içine oturmuş kalemi nice padişaha, sadrazama, devlet adamına ve olağanüstü mahkemelerin düzmece yargıçlarına atıfla kullanıldı, durdu.

*

Tarihimiz, onca yasak, gözdağı, baskı, sansür, gizli sansür ve hatta satın almanın uygulanma çalışmasıyla dolu. Dönemin padişahı, “Servet-i Fünun” dergisini Hüseyin Cahit’in Fransız yazar Lacombe’den çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” yazısında, “Fransız İhtilali’nden bahsediyor!” gerekçesiyle kapattı ama Tevfik Fikret’lerin önünü açtığı özgür düşünme yolunu kapatamadı!

*

Bu ülkenin aydınlarına, düşünen insanlarına çileli hayatı dayatmamızın ardında ne var? Nedeni çok basit! Bu çatışma bizden daha geri ülkelerde yaşanmaz. Çünkü onların aydınları yok denecek kadar azdır. Genellikle de ülkelerini terk etme yolunu tutmuşlardır. Bizde ise aydın düşmanlığı siyasal bir gelenek halini almıştır. Osmanlı’da aydınlar, sürekli olarak makalelerinde “hürriyet, müsavat, mübareze” sözcüklerini kullanırdı. Şimdi ise eş anlamlı sözcükler kullanıyoruz yazılarda: “Özgürlük, eşitlik, mücadele...”  

Ne değişti?

Sürekli déjà vu gibi hayatımızda aynı eşiklerde dolanıp duruyoruz. 

*

Plenzdorf, Doğu Almanya’da yaşayan bir gencin öyküsünü Goethe’nin “Genç Werther’nin Acıları” üzerinden aktarmaya çalışır. Blues müzik de blue jeanler de uzak yıldızlar gibidir. Edgar bir anda kendini tuvalette tesadüfen bulduğu romanın başkahramanı Werther’le özdeşleştirir. Hatta, Werther’in intiharı üzerine, “Çok sinirlenmiştim. Kitaptaki adam, şu Werther sonunda intihar ediyor. Sahip olmak istediği kadını elde edemediği için kafasında bir delik açmış. Bu kadar salak olmasaydı aslında Chariotte’nin ondan bir şeyler yapmasını beklediğini anlardı.” diye konuşur. Bu ülkede de aslında, Werther’lerin, Edgar’ların isyan bayrağını aşkla özdeşleştiren ve sözcüklere çılgınca tapan gençler olabilirdi. Kaç kuşak ezile, yok edile geldi.

*

Şu bir gerçek; ülkemizde umudu gerçek anlamda bedel ödeyenler ayakta tuttu hep. Onların cesaretleri önümüzü açtı. Onların sözcükleri kaldı geriye, hep sığındığımız. Onların yaşam sevdalarından sevdamıza güç katarak ilerledik. Umudun yalnızca nefes almak sözcüğüyle bir olduğunu sandık.

Artık ekmek arası az umuda inanmıyoruz. Bize gelecek düşlerimizi olgunlaştıran, gözlerdeki ışıltıyı canlandıran, gülümseyişleri kahkahaya çeviren bir zafer duygusuna ihtiyacımız var. Teğmen Drago gibi harcanmış hayatlarla değil, yaşamla iç içe geçecek baharı bekliyoruz. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları