Son duraktan bir önce*

22 Ekim 2017 Pazar

Tut ki sen Buda’dasın şimdi, ben de Peşte’de boz bulanık akan Tuna’yı seyrediyoruz ayrı kıyılardan.
Hani “vakit biraz akşamdı” der ya Turgut

Büyük Saat’inin üç yüz elli altıncı sayfasında,
işte öyle bir saatte, bir sabit kalem çıkar da cebinden,
ıslatıp kurumuş dilinle uzun bir mektup yaz bana,
haber ver geriye hiç dönmeyenlerden.

CEVAT ÇAPAN
Hicri takvime göre tevellüt 1324’tü, Edirne nüfus kütüğüne “Kazım ile Zehra’dan olma” kaydıyla geçirildi. Miladi doğum tarihi, kâh 1906, kâh 1908 yazıldı. Osmanlı mülkünde, kimsenin soyadı yoktu. Dolayısıyla kimliği, Kazım oğlu Kazım tamlamasından ibaretti.
Ama doğumundan birkaç gün sonra askere giden babası, kimbilir nerede ve hangi koşullarda öldüğünden onu hiç tanımadı. Tanımadığı için yokluğunu da çekmedi.
Küçük Kazım, ana bir baba ayrı ablası Sabbek ve “kardaşım” dediği ağabeyi Nizamettin’le Karanfiloğlu Mahallesi’nde, sonuncu merhum babanın konağında oturuyorlardı. Oysa evde, daha çok ölmüş bir ağabeyden söz ediliyordu.
Zor zamanlardı. Osmanlı parçalanıyor, Türk askerleri bir cepheden ötekine savrulup yıllarca dönmüyor ya da gittikleri yerde ölüyorlardı.
Zehra Hanım çok güzel bir kadındı. Evleniyor, çocuk doğuruyor, eşi mutlaka bir harbe gidiyor ve şehitlik haberi geliyordu. O da yeniden evleniyor, yine doğuruyor ve dul kalıyordu. Bir oğlunu toprağa vermiş, asıl ona yanıyordu. İlerki yıllarda, bir ikincisini de şehit verecek, yavaş yavaş aklını yitirecekti.
Aile varlıklıydı. Ama zengin ya da yoksul herkes, ülkenin kaderinden keder payını alıyordu.
Yıllar sonra göbek adı Ali’yi de ekleyip Ali Kazım Kırıkkanat adını alan babam, ölümünden sonra bulduğum kısacık hatıratında Edirne’de yaşadığı bir günü şöyle anlatmış:
“Okul müdürü, kardaşımla beni çağırarak dayımın vurulduğunu ve tedavi için Almanya’ya gönderildiğini söyledi. Bizi bir hademe ile eve gönderdi. Annemin yüzü kızarmış ve gözleri şişmişti. Büyük annem de İstanbul’dan gelmişti. Ev kalabalıktı. Çok geç yattık. Tuhaf değil mi, dayımın vurulmuş olması beni hiç müteessir etmedi. Kardaşım, durup durup soruyordu, ‘Acaba yarası neresinde?’ diye. Bilmediğim için susuyordum. Bir ara, kolunun veya bacağının kopmuş olabileceği aklıma geldi ve çok ürktüm. Dayım çok yakışıklı bir adamdı. Onu kolsuz veya bacaksız görmek, çok acı olacaktı. Bu düşüncemi kardaşıma söyleyince, ikimiz de üzüldük ve böyle yaşayacaksa, ölmesi daha iyi dedik. Bu konuşma herhalde yüksek sesle olmuş ki, oda kapısı açıldı, annem içeri girdi ve bizi hayli hırpaladı...”
Bir roman yazmaya hazırlanıyorum, aziz okurlarım. Osmanlı İmparatorluğu taş taş yıkılırken doğup, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumuna tanık ve öldükleri güne kadar Atatürk’ün çocukları kalan annem ile babamın arasındaki büyük aşkın ve inanılmaz maceralarının izini süren bir roman olacak...
Edirne’ye daha önce de gittim. Oysa geçen hafta sonu katıldığım Kitap Fuarı’nda, Osmanlı’nın ilk emperyal başkentini kafamda bu romanın taslağıyla keşfe çıkmak, bambaşka bir duygu yoğunluğu yaşattı.
Edirne’nin CHP’li Belediye Başkanı Recep Gürkan, tarih kültürü ve AKP iktidarının CHP’li diye hiç mi hiç mali destek vermediği kente restore ederek kazandırdığı eski yapılar, bisiklet yolları, harika bir Kent Müzesi, ilk atık su arıtma tesisi ve daha pek çok akıllı, akılcı projeyle gönlümü kazandı. Keşke hep yandaş belediyelere çalışan hükümet de Edirne’nin tarihi ve coğrafi önemini anlasa, sınır kentlerinin bir ülkenin ışıldakları; müthiş bir turistik gelir potansiyeli olduğunu kavrasa, yatırım dağıtımında adil davransa...
Bilmem yansıtabildim mi, ama duygulanarak yazdığım bu yazıya ancak ve yalnız, sevgili Cevat Çapan’ın muhteşem dizeleri eşlik edebilirdi.
* CEVAT ÇAPAN, ‘son duraktan bir önce’/Yapı Kredi Yayınları, 2017



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kızgın Boğa 21 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları