Ulusçuluk, ulus devlet ve Kürtler (6) ya da İstanbul’da Kürt olmak

16 Mayıs 2015 Cumartesi

“Ulusçuluk, Ulus Devlet ve Kürtler” başlıklı yazılarımın akışını bozmayacağı inancıyla bugün siz değerli okurlarımla bir anımı paylaşmak istiyorum.
Yıl 1998. 2009 yılında aramızdan ayrılan sevgili arkadaşım, can dostum Türkel Minibaş’la Beyoğlu- Asmalımescit’te Yakup 2’de oturuyor, bir şeyler yiyip içiyoruz. Masamıza garsonumuzun yanı sıra bir de komi hizmet ediyor. Adı Bülent. Çalışkan, güler yüzlü bir delikanlı, işinde oldukça da deneyimli.
Mekânın sahibi -toprağına ışıklar yağsın- Yakup Arslan saat 23.00’e yaklaşırken masaların arasında dolaşır, “Hafiften yay vaziyetleri…” diye seslenirdi müşterilerine. Bu, “Dostlar, artık gitme zamanı…” anlamına gelirdi. O saatte birçok masa zaten boşalmış, garsonların bir kısmı da gitmiş olurdu. O akşam bizim garson kalmış, Bülent’i göndermişti.
Bizim hesabımızı ödediğimiz sırada yanı başımızdaki kasanın üzerindeki telefon çalınca garson açtı, kiminle konuştuysa kapadığında yüzü allak bullak olmuştu. Ne oldu, diye sordum. “Bizim Bülent’i nezarete almışlar” dedi. Nasıl olur, çocuk daha 15 dakika önce masamızda tabak topluyordu! “Suçu neymiş” diye sordum, “Kendisi de bilmiyor” diye yanıtladı.

***

Türkel de, ben de meraklandık. Türkel, “Hadi gidip bir bakalım” deyince kalktık. Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne gittik. Bülent’i demir parmaklıklı bir yere koymuşlar; bizi görünce şaşırdı. “Ne oldu” dedik. “Vallahi bilmiyorum” dedi. “Benim evim Beyoğlu’nda, Erol Dernek Sokağı’nın orada bir yerlerde. İstiklal Caddesi’nde yürürken polisler çevirip kimlik sordular. Verdim, baktılar, sonra da ‘bizimle geliyorsun’ dediler. Hepsi bu!”
O sırada yanımıza başkomiser yardımcısı geldi. Ona sorduk, o da bilmiyor çocuğun niçin gözaltına alındığını. “Peki, kim biliyor” diye sorduk. Başkomiser bilirmiş, o da bir takibata çıkmış. Bu arada kartvizitlerimizi verdik ona.
Birinde “İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.” yazıyor; öbüründe de tanınmış bir fuarcılık şirketinin “Genel Koordinatörü.” Başkomiser yardımcısının yüz ifadesinden bizim o “gariban” delikanlı ile ne tür bir işimiz olabileceği sorusuna kafasında bir yanıt aradığını anlamıştık. Genç bir insandı. Herhalde “ne olur ne olmaz” diye düşünmüş olmalı ki bize başkomiserin odasında yer gösterip çay kahve söyledi.

***

Türkel yılların üniversite hocası, genç insanlarla nasıl konuşulur, biliyor. Başkomiser yardımcısının ağzından girip burnundan çıktı; nişanlısı, geçim derdi falan derken sonunda bizim delikanlının hangi nedenle nezarete alındığını söyletti. Bülent, Doğubeyazıtlıymış. “Emir var” dedi, “kimlik kontrollerinde Güneydoğu ve Doğu doğumluları nezarete alıp soruşturuyoruz.” “Yani Kürtleri?” “Evet” diye yanıtladı. İstanbul’un dört bir yanında her gece Kürtleri topluyorlarmış. Bunu duyunca kanımız dondu. Her Kürt’ün “olağan şüpheli” görüldüğü bir ülkede yaşıyorduk!
“Peki” dedik, o genç polise, “o delikanlı için teminat versek, bırakılamaz mı?” Bırakılamazmış, başkomiseri beklememiz gerekiyormuş, çünkü bir tek o yetkiliymiş…
Bu arada Yakup 2’den dörtbeş kişi daha geldi. Başkomiser ise takibattan ancak 6.5 saat sonra döndü. Bu kez bizleri sorgulama sırası ondaydı. Neyse anlayışlı insanmış, sonunda bizim delikanlıyı şafak sökerken delikten çıkarmayı başardık.
Bülent doğal olarak sevinçli, evine gitti.
Türkel’le ben ise Beyoğlu’nun o arka sokağında utancımızla kaldık; kimden, kimin adına utandığımızı bilemeyerek…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Veda 28 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları