Deniz Yıldırım

Polisiye futbol

12 Haziran 2021 Cumartesi

Bu seride bir yandan da “hegemonya”nın tek taraflı işlemediğini göstermeye çalışıyorum. İdeolojiler, inançlar, fikirler, sanat, spor bunun dışında değil. Bunların içeriğini her zaman yönetici sınıflar belirleyemiyor. Bu alanlardaki mücadele de siyasal mücadelenin parçası. Dolayısıyla geniş anlamda kültür ile siyaset alanları, düşündüğümüzden daha da fazla birbirinin içinde. Özellikle de iktidarın hemen her alanda/konuda belirleyici olmaya çalıştığı, sermaye birikiminden gündelik yaşam etkinliklerine kadar her olguyu kendi projesi doğrultusunda biçimlendirmek için uğraştığı ülkelerde bunları birbirinden ayırmak daha da zor.

Mesela futbola bakalım. Geçmişten beri yönetenler, kitlelerin az da olsa karnını doyurmanın ve sonra da zihinleri siyasetten, iktidarların yanlışlarından, adaletsizliklerden uzak tutmak için “seyirlik eğlence”ler geliştirmenin yollarını aramıştır. Roma’yı gerçek bir imparatorluğa çeviren Augustus’un ekmek ve gösteriyle (bread and circuses) yönetme stratejisi bununla ilişkiliydi.

Tarih boyunca örnekleri çoktur. Sezarist rejimler, kitleleri siyasetin dışına itmeye çalışır. Fakat bazen de bu seyirlik etkinlikler aracılığıyla kendi ideolojilerini aktarırlar, amaçları sıkışma dönemlerinde yönetimi kitlesel olarak meşrulaştırmaktır. Öyleyse tribünlerdeki kitlelerin siyasallaşmasından duyulan korku değildir mesele; kitlelerin kendi istedikleri şekilde siyasallaşmamasıdır asıl endişeleri. Gezi’de Çarşı Grubu’nun takındığı tavra karşı bitmeyen iktidar öfkesinin altında yatan biraz da bu değil midir? İzmir United atkıları, hâkim zıtlıkların halk tarafından askıya alınmasının işareti olmamış mıdır? Bunlar yönetenlerce sertlikle bastırılmaya çalışılmamış mıdır?

Öyleyse hiçbir olgu tek yanlı ve geçirimsiz değildir. Burada olgunun kendisi değil, etrafında kurulan ilişkiler ölçüdür. “Ben şuna karşıyım, ben buna karşıyım” işin kaçışıdır. Karşı olduğumuz şey, aslında çoğu zaman, canımızı acıtan güç ilişkilerinin yeniden üretimidir.

Bu noktada futbol ve polisiye edebiyat ilişkisi üzerinden düşünebiliriz. Futbolu merkeze alan polisiye edebiyat eserleri, siyasal mücadelede izlenebilecek taktikler açısından da model olarak görülebilir. Herkesin bir biçimde ilgisini çeken bir konu olarak futbol üzerinden (dikkat, üzerine değil) suç, çeteleşme, mafyalaşma, sermaye birikimi, moda tabirle “çökme”, inşaat rantı gibi konular popüler bir roman türü olarak polisiye aracılığıyla kitlelere ulaştırılabilir ve böylece “karşı hegemonya” potansiyeli açığa çıkarılabilir. Popülerden kaçış yerine, popülerin içeriğini halk lehine belirleme uğraşıyla da düşünsel ve siyasal mücadele verilebilir.

HEGEMONYA DERSLERİ

Elbette, futbol üzerinden geliştirdiği kurguyla böylesine bir karşı hegemonya potansiyeli taşıyan polisiye eser sayısı çoktur. Ancak özellikle diktatörlük, baskı devirleri yaşamış; merkez Avrupa’ya yetişme telaşıyla sermaye birikiminde çok yolu mubah görmüş ve bir yandan da politik olarak ikiye bölünmüş ülkelerin konumlandığı Avrupa’nın güneyinde, Kuzey Akdeniz’de futbol ve polisiye ilişkisinin bizdeki süreçlerle daha benzer olduğunu düşünüyorum. Yoksa futbol, siyaset, sınıflar ilişkisi bağlamında bir de Latin Amerika’ya uğramamız; bir yandan da başka birçok gelişme ölçütünde başa güreşen İskandinav ülkelerinin futbolda daha geride kalmalarının arkasındaki sosyal nedenlere değinmemiz gerekecek ki yerimiz yetmez. 

Akdeniz’de özellikle futbol aracılığıyla suçu politikleştiren, emlak/inşaat rantını, dönen büyük paralarla beslenen çıkar gruplarını merkeze alarak işleyen iki önemli polisiye geliyor aklıma. Biri, İstanbul doğumlu Yunan polisiye yazarı Petros Markaris’in Alan Savunması adlı kitabı. Diğeri de Barselona sahnesinde futbol, rant, siyaset ve suç eklemlenmesini işleyen Manuel Vazquez Montalban’ın Ofsayt romanı. (Burada Celil Oker’in Kramponlu Ceset’ine de bir selam göndermiş olalım.)

Markaris’in ve Montalban’ın romanları, futbolun bu ülkelerde sermaye ile siyaset ilişkilerinin görünmez kılınmasına ve en muhalif görünen aydınların bile söz konusu futbol olunca oradaki sınıfsal, siyasal güç ilişkilerine gözlerini süzgeçsizce kapatıp akışa kendini kaptırmasına karşı bir eleştiri olarak da okunabilir. Soldan gelen, hayata soldan bakan bu yazarlar andığım bu iki romanda futbol ve polisiye aracılığıyla arkadaki güç ilişkilerine, sermaye birikiminin çeteleşme, mafyalaşma süreçleriyle iç içe geçmiş aceleciliğine, inşaat rantına, politikacıların bu işin içinde tuttukları yere kadar bir dizi görünmez ilişkiyi açığa çıkarır ve “suç” olarak kodlar. Böylece futbol, güç ilişkilerinde tuttuğu yer bakımından bir anda tersine işlev kazanır. Demek ki her konuya böyle yaklaşmak; akışa teslim olmadan, akışın parçası olan süreçlerden kaçmadan, o süreçleri toplumsal ve demokratik yönden ele almak, “karşı hegemonya”nın parçası haline getirmek, futbolu da içindeki kirli güç ilişkilerinden temizlemeye çalışarak sahiplenmek mümkündür. Siyasetlerin kitlelerle bağ kurmak adına “kültürel hegemonya” sahasından öğrenebilecekleri bu gibi çok yöntem var.

Not: Dün Avrupa Erkekler Futbol Şampiyonası başladı. Vakit buldukça turnuvayı izlemek, vakit buldukça sözünü ettiğim kitapları okumak mümkün. İyi seyirler, iyi okumalar.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’e veda 4 Haziran 2022

Günün Köşe Yazıları