Büyük resim - II

30 Temmuz 2015 Perşembe

Mali krizden bu yana sürüngen bir büyüme hızına hapsolmuş dünya ekonomisinde, emek verimliliğinde, girişim dinamiğinde, ticaret hacminde görülen gerilemelere, sanayi sektöründe envanter artışlarına ilişkin verileri aktardım (28/07), çarşamba günü Financial Times ticaretin yanı sıra yatırımların da yavaşladığına dikkat çekiyordu. Bu veriler uluslararası rekabetin yoğunlaşacağını düşündürüyor. Bu yoğunlaşmanın bir yansıması olarak, dış ticarette serbestleşmeye karşı isteksizlik ve korumacı eğilimlerde bir artış görülüyor.

Klasik emperyalizm
“Jeo-ekonomi” kavramının (Luttwak, National Interest, 1990) bu yıl Davos zirvesinde bir raporun başlığında ilk kez ortaya çıkışını bu gelişmelere bağlayabiliriz.
Jeo-ekonomi, büyük güçlerin, dünyada belli coğrafyalar üzerinden siyasi egemenlik kurma politikaları bağlamında kullanılan klasik jeopolitik kavramından “farklı” olarak coğrafyalarda ekonomik etkinlik kurmaya ilişkin devlet politikalarına gönderme yapar.
Davos raporu da kavramın içini, büyük devletlerin güçlerini ekonomik araçlarla, büyük şirketler aracılığıyla yansıtması anlamında “ekonomik savaş”; çok-kutuplu dünyada bölgeler arası rekabet; devlet kapitalizmi; kaynaklar için değil pazarlar için devletler arası rekabet; küresel düzenin dağılmaya başlamasıyla bölgesel hegemonyaların yükselmesi; Çin’in altyapı yatırımlarına dayalı ittifakları; petrol fiyatlarındaki gerilemeler gibi alt başlıklarla dolduruyordu.
Bunlar bizi adeta Lenin’in emperyalizm broşüründeki 5 maddeli ünlü tanıma götürüyor. Kısacası jeo-ekonomi, klasik emperyalizmin öne çıkmaya başladığını kibarca vurgulayan bir kavram. Ancak bu kez, küresel iklim krizi gibi son derece önemli ama hak ettiği ilgiyi görmeyen bir hızlandırıcı da var.
Jeopolitik kavramı (McKinder) bize uluslararası siyasette “coğrafyanın” bir “değişmez” faktör olduğunu söyler. Uluslararası ilişkiler bu “değişmezin” üzerinde yaşanır. Geçen hafta Foreign Policy’de Keith Johnson, “Dünya düzeni eriyor” başlıklı yazısında bize, bu “değişmezin” artık “değişmez” olmadığını anımsatıyordu.

‘Dünya düzeni eriyor’
Bir kriz düzeyine ulaşan küresel ısınma ve iklim krizine bağlı olarak, kutupların buzları eridikçe, kimi adalar okyanusun yükselen suları altında kalmaya başlıyor. Şiddeti artan fırtınaların etkisiyle hızlanan aşınma kıyı şeritlerini değiştiriyor, kimi bölgelerde verimli alanlar giderek çorak topraklara dönüşüyor. Eriyen buzlar kutuplarda yeni alanlarda, büyük güçleri karşı karşıya getiren bir kaynak rekabetini tetikliyor.
Kimi ülkeler de kıyı şeritlerini planlı olarak genişleterek sığ sularda yeni adalar üzerine tesis kurulabilecek platformlar yaratarak özellikle madenlerin, enerji kaynaklarının zengin olduğu varsayılan bölgelere erişmeye çalışıyorlar. Bu gelişmeler komşu ülkeler, hatta büyük devletler arasında çatışma olasılıklarını arttırıyor.
Deniz seviyesindeki yükselme, tatlı su seviyelerinde gerileme, nehirlerin debilerindeki düşüşler bir taraftan göçleri hızlandırarak sorunları bir coğrafyadan öbürüne taşırken kimi coğrafyalar önemlerini yitiriyor, kimilerinin önemi artıyor.
Kısacası Johnson’un vurguladığı gibi küresel ısınma yalnızca kutuplardaki buzları değil coğrafyaları, dolayısıyla verili dünya düzenini de “eritiyor.”
Buraya kadar aktardıklarımı toparlarsam, ekonomik kriz, uluslararası rekabeti yoğunlaştırıyor, ticarette korumacılık, yasaklama eğilimlerini güçlendiriyor. Korumacılığın, ithalat sınırlaması yoluyla bazı piyasalara, yasaklamanın da, stratejik öneme sahip buğday, pirinç gibi besin mallarına, elektronik, metal ve silah sanayiinde kullanılan ender-değerli metallere erişimi engellemesi, devletler arasında klasik emperyalist rekabet biçimlerinin, eski - yeni sömürgeci eğilimlerin öne çıkmasını hızlandırıyor.
Krizin aşılmakta olduğuna, küresel ısınmanın denetim altına alınabildiğine ilişkin bir iyimserliğe olanak verecek gelişmeler olmadığına göre, uluslararası düzenin “erimeye”, “entropinin” artmaya, “kaosun gelişmeye” devam edeceğini varsayabiliriz.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları