Susturma arzusu

17 Ekim 2022 Pazartesi

Gazetecilik meslek örgütlerinin “sansür yasası” olarak adlandırdığı, “dezenformasyonla mücadele yasası”, seçimlere giden süreçte, rejiminin “evriminin” yönünün, toplumu susturma arzusunun dışavurumudur.

Maddeleri medyada yaygın biçimde tartışılan, yasanın kapsamına ilişkin şu ifadeleri aktarmakla yetineyim: “Halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kişiler.” Yazarken düşündüm: “Ya bu yasayı eleştirmek de yasanın kapsamına giriyorsa?”

Yasa Meclis’ten geçtikten az sonra Bartın’da bir maden kazası yaşandı. Bu kazanın nedenleri, can kaybı sayısı, bunlar üzerine bilgiler ve yorumlar hemen toplumun gündemine girdi. Böyle bir felaket yaşandığında, sansürsüz bir toplumda, birbirinden farklı perspektiflere, bilgi düzeylerine, çıkarlara sahip vatandaşlar, iktidardaki ve muhalefetteki siyasiler, birbirlerinden farklı yorumlar yaparlar, olgulara farklı anlamlar yüklerler. Bu bağlamda, felaketi işletmenin ihmalinde, rastlantıya, işçilerin hatalı bir pratiğine bağlayanların yanı sıra, Tanrı’nın iradesine, hatta türlü komplo teorilerine bağlayanlar da olacaktır. Felaket, böyle, çelişkili, tartışmalı (diyalojik) bir iletişim içinde, bilimin ve toplumun ortak değerlerinin süzgecinden geçerek gerçeğe en yakın anlamını bulur.

“Dezenformasyonla mücadele yasası” bu olanağı ortadan kaldırıyor. Yaşanacak, toplumsal ya da bireysel “felaketlerin”, hatta adalete, haklara ve özgürlüklere ilişkin olayların anlamını saptama hakkını “resmi kurumların” tekeline veriyor. Gerçekten de Bartın’da yaşanan maden patlamasıyla ilgili olarak, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı, yaptığı açıklamada yeni yasaya atıfla, “dezenformasyona” itibar edilmemesini, yalnızca bakanların ve resmi kurumların açıklamalarının dikkate alınması gerektiğini ifade etti. Emniyet’ten yapılan açıklamada da 12 sosyal medya hesabı yöneticisi hakkında adli işlem başlatıldığı duyuruldu. Böylece, bu felakete ilişkin konuşulabilecek olanların sınırları, “resmi kurumların” açıklamalarına kadar daraltılmaya çalışılmış oluyordu.

Bu “sınırlardan” söz edince akla Aristoteles geliyor. Aristoteles, insanların, adalete ilişkin sorunlarını ortaklaştıran bir konuşma gücüne, lisana sahip olduklarını buna karşılık, hayvanların sadece zevk veya acıyı ifade edecek sesler çıkarabildiklerini söylüyordu: İnsan biyolojik varlığına ek politik bir varlıktı, hayvanlar ise sadece biyolojik varlıklardı. 

Öyleyse adalete ilişkin sorunları konuşmaya izin veren ortak bir dilin sınırları, siyaset olarak kabul edilebilecek etkinliklerin (hakların ve özgürlüklerin) verili toplumdaki sınırlarını sergiler. “Siyaset” de bu sınırları genişleten ya da daraltan mücadelelere ilişkindir. Çünkü sınırların dışında kalanların adalete ilişkin kaygılarını dile getiren sözleri, toplumda anlamlı kabul edilen sözlerin dışında kalırlar hatta sık sık suç ve ceza kategorisine girerler. 

Bu sınırları rejimin diline kadar daraltan “Dezenformasyonla mücadele yasası”, rejimin ve onun destekçilerinin, siyasi ekonomik pratiklerine, topluma dayattıkları “hakikat rejimine” (doğruyla yanlışı saptamakta kullanılan kavramlar, değerler, duyarlılıklar) yönelik her türlü eleştiriyi suçlaştırıyor, bunların kaderini de iktidarın, cezalandırma ya da görmezden gelme yetkisine bağlıyor. Rejim “konuşulabilen” üzerinde totaliter bir kontrol amaçlıyor. 

Genel seçimlere giderken, muhalefetin, sözleri, etkinlikleri “anlamlar alanı” içinde mi yoksa suç ve cezalandırma alanı içinde mi olacak? Bu ikisi arasındaki sınır nereden geçecek? Rejimin susturma arzusu toplumu nereye götürüyor?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları