Işıl Özgentürk
Işıl Özgentürk isilozgenturk@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

Burası genç ölüler ülkesi

30 Ekim 2016 Pazar

Yaklaşık on beş yıldır sinema atölyeleri yaparım. Özellikle her yaştan her gruptan genç insanlarla yaptığım atölyelerde itiraf etmeliyim aslında bir öğrenciyim. Onlardan yepyeni hikâyeler öğrenirim, yepyeni farklı yaşamlara tanıklık ederim, en önemlisi resmen gençleşirim. Şimdi dilerseniz bir atölyeden içeri girelim. Kızlı erkekli tam on kişiler, kimi üniversiteli, kimi matbaa işçisi, kimi işsiz. Ortak noktaları genç olmaları, hepsi sinema sevdalısı, hepsinin anlatılacak bir derdi var.

Güneşi batırmak

Tıp öğrencisi Çağlar’ın derdi, güneşi batırmak. Çünkü hikâyesindeki küçük çocuk amele pazarında iş bekleyen babasının neden işsiz kaldığını bir türlü anlayamıyor, çünkü onun babası öyle büyük ki, güneşi bile batırabiliyor. Evet, güneşi bile... Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünen, düşünmekten bir türlü yola çıkamayan Arif’in derdiyse, paranın şımarttığı insanlar. Onlar yoksulların sığındıkları tek şeyi, hayallerini bile satın alabileceklerini düşünürler. Çünkü bu dünyada Tanrı para! Yağmurun zengin- yoksul, işçi-işsiz, genç-yaşlı her yaştan her sosyal sınıftan insanı eşit ıslattığını düşünen Sinem, oyuncu arkadaşı Ayça’yı madde bağımlısı bir genç kıza dönüştürürken, hikâyesinde mapustaki bir insanın özgürlük düşlerini anlatmayı düşünen Pınar ona yardım ediyor. Ramazan Diyarbakırlı, şanslı, Diyarbakır Kültür Derneği’nde iki kez fotoğraf atölyesine katılmış, alan genişliği, altın kesim ezbere biliyor. Hikâyesi de hapisteki bir siyasi mahkûm üstüne. O, mahkûmu intihar ettiriyordu, arkadaşları itiraz ettiler, Ramazan’ın mahkûmu yaşamalıydı, yaşıyor da!

Gökyüzünü boyayacak

Oyuncu koçu, her eksiğimizi anında halleden Tülin gökyüzünü boyamaya karar vermişti, söylemeyi unuttum atölye görevimiz, Gökyüzüydü. Uygar’ın ise derdi kardı. İzmirliydi. Hiç kar görmemişti ve ondan hem korkuyor hem de ölesiye merak ediyordu. Aşk gibi. Ve birden bizim muhteşem galaksimizde biri kapıyı açıyor. Yirmi dört-yirmi beş yaşlarında yakışıklı bir genç adam kapıda beliriyor. Özenerek giyinmiş ve başına yüzünün bütün görkemini açığa çıkaran bir puşi bağlamış. Atölyedeki herkes ona bakıyor, o herkesi tek tek süzdükten sonra, “Benim adım Kerem“ diyor. “Ben insanlara ateş taşırım?” “Nasıl yani?” “Gerçekten ben ateşi taşırım, aylarım, yıllarım dağlarda geçer, binlerce kilowatlık telleri taşıyan kulelerde çalışırım. Kuleler usul usul yükselir, her bir plakayı diğeriyle kaynak yaptığımızda, bir köy, bir kasaba daha aydınlığa kavuşur. Duydum ki, burada masal anlatılıyormuş, sonra da bu masallar film olacakmış, ben de gelip bir masal anlatmaya karar verdim.”

Dostum Ay

Başladı anlatmaya: “Dört bir yanı yüksek dağlarla kaplı küçük bir şehirde geçer bu masal. Şehri kuşatan dağlar öylesine yüksekmiş ki, güneş bu nedenle çabucak batar, gece çabucak gelirmiş. Bazı günler ay tam da yuvarlak olduğunda, dağların tepesinde tüm ihtişamıyla belirirmiş. Annesi, babası, kız kardeşi olmayan bir oğlan yaşarmış bu şehirde. Tek dostu, belli zamanlarda dağların tepesinde görülen ve ona gülümseyen aymış. O kadar yalnızmış ki, günlerden bir gün dağların tepesinden gözüken aya dokunan bir uçurtma yapmaya karar vermiş. Karar verdiği günden itibaren, eline ne geçerse satmaya başlamış, çiklet satmış, kâğıt mendil satmış, su satmış kazandığı her bir kuruşla çatısını çattığı uçurtmasına ip almaya başlamış. Ay o kadar uzaktaymış ki, metrelerce ip yetmiyormuş, her seferinde biraz daha ip alıyormuş.

Bu nedenle ipi, düğüm düğüm bir ip olmuş. İp uzamışta uzamış ve bir gün bir gece vakti, ay dağların tepesinde gülümserken bizim uçurtmacı çocuk uçurtmanın ipini salmış salmış... Ve uçurtma dağları aşıp, ayla kucaklaşmış.” Namı Kerem olan dostumuz masalını bitirip aynı geldiği gibi, çekip gitti. Atölyedekiler şaşkındı. Sonunda Mehmet söz aldı: “Ben bu masaldaki gibi bir kentte yaşıyorum. Hakkâri’de, dağların kuşattığı bir kentte. O dağların arkası hepimiz için bir masal ülkesidir. Çünkü o dağların arkasında iş vardır, özgürlük vardır. Ve her zaman küçük çocukların rüyasına, Sümbül Dağı’nın tepesindeki ay girer. Belki de aya ulaşmak daha güzel bir dünya özleminden başka bir şey değildir.” Dilek’le (Doğan) bir güneşli günde Küçük Armutlu’da tanıştım. Onunla tanıştığımda henüz 15 yaşında küçücük bir kız çocuğuydu. Küçük Armutlu’da ‘Halkın Mühendisleri’, ‘Halkın Ziraatçıları’ ve mahalle halkı, hep birlikte yepyeni umut dolu bir projenin etrafında toplanmıştı. Mahallede kullanılmayan bir boş alan hazırlanmış, orada yaşayanlar için ortak bir bostana dönüştürülmüştü. Mahalle halkı, mahalle gençleri tarafından paketlenmiş domates, hıyar, biber (hepsi yerli) tohumları, fideleri sırayla alıp bir dostluk bir kardeşlik havası içinde toprağa ekiyorlardı.

Dilek Ağacı

Ben de oradaydım, Dilek de. Ekose bir etek, beyaz bir gömlek giymişti. Çevredeki cemevi için elde ördükleri cüzdanları, yastık kılıflarını, sabunlukları satan bir yandan da neşeli bir türkü tutturmuş annelere, kız kardeşlere yardım ediyordu. Dilek’in gözleri öylesine umut dolu, sesi öylesine cıvıltılıydı ki, ondan minnacık kırmızı renkte iki patik almıştım. Şimdi o patikler masamın yanında duruyor ve ben bir polisin hunharca öldürdüğü Dilek’i düşünüyorum. Ve canından can alınan Dilek’in annesi Aysel Ana’ya bir kez daha sesleniyorum: “Anacığım, Dilek için bir ağaç dik, hepimizin dilekleri o ağacı öyle kuşatsın ki, yeryüzünün bütün kızları senin kızın olsun. Her biri bir dilekle seslensin Dilek’e. Sevdiğiyle evlenen bir işçi kız, usulca gelin telinden bir top assın ağaca. Bir başkası Doğu’da asker nişanlısının bir mektubunu asıversin ağaca. Bir başkası kocasından şiddet gördüğünde ağacın sert kabuğuna sarılıp yaşamak için yeniden güç bulsun. Annesinin futbol ayakkabısı alamadığı Ali, eski bir futbol ayakkabısı bulup bağcıklarından assın ağaca. Artık kimselerin masallarını dinlemediği masalcı Nimet her gün aynı saatte elinde küçük bir iğneyle gelip ağacın yapraklarına masalın o günkü bölümünü iğne oyası gibi işlesin. Gaziler giysilerinden çıkardıkları madalyalarını birbiri ardına gene yapraklara iğneleseler. Mehmet’in annesi de gelip bir tekerlekli sandalye dilese, oğlu için, kucakta taşımak zor oluyor. Mahallenin delisi her gün bir şeker bağlasın dallara, çocuklar gelip yesin diye. Sevdalılar, ağacın kovuğuna birbirlerinin adlarını yazıp yanına da küçücük bir kalp koyuversinler. Ağaç bir şenlik ağacı olsun, namı yürüsün, Dilek ağacının!

O kızı unutma

Ağaç öyle bir gölge versin ki, ev işinden yorgun argın dönen kadınların günlük dedikodularını yaptığı bir köşe olsun. Sevdalılar ilk onun gölgesinde öpüşsün. Ah, namı öyle bir yürüsün ki dilek ağacının her gün onlarca kızerkek, yaşlı-genç insan, ağaca gidip kendi kendine söz versin: Onu bir polis kurşunu öldürdü! Hiç unutmayacağız! Dilek ağacı dileklerle öyle dolsun ki, Dilek’i vuran işkenceci namıyla bilinen o polis, yolda yürürken, çocuklarıyla oynarken sürekli binlerce insanın hiç durmadan fısıldadığını duysun. Dilek ağacındaki her dilek, dilek ağacındaki her istek usulca onun yanına sokulup, “Sen gencecik, henüz çocuk yaşında bir kız çocuğunu öldürdün” diye seslensin. Gecenin karanlığında kuytu bir köşeden geçerken o gencecik kız aklına gelsin. Kızını evlendirdiği gün, tam da kızını öperken Dilek’in yere düşerken çıkardığı sesle ürpersin! Bir de bilinsin ki, hayaller asla ölmez.

 

Tango onun en sevdiği danstı

Geçen yaz Mordoğan’dayım, sokak tiyatroları festivali var. Tiyatrocu Orçun yanıma gelip kulağıma fısıldadı, “Işıl Hocam geçen yıl tango yaptığınız Yusuf Emre Şen, Suruç katliamında ölenlerden biriydi” Birden dondum, “Ölüm adın lanet olsun!” diye haykırmak istedim ama sesim çıkmadı. Sadece tüm sıcaklığıyla onun yüzünü anımsadım. Yıl 2014 Seferihisar’dayız. Gene sokak tiyatroları festivali var, Türkiye’nin her yerinden gencecik insanlar yaşamı daha da güzelleştirmek için toplanmışlar. Çadırlarını alan gelmiş, çadır alanında mahalleler kurulmuş, kimi mahallenin adı Ali İsmail Korkmaz, kiminin adı Ethem Sarısülük. Her çadır kendi yaptığı afişlerle barışı kutsuyor. Her gece, bir etkinlik var. Kimileri köylere gidip tiyatro oynuyor, kimileri genç yaşlı deneyim paylaşıyor. Yusuf Can Emre’de oradaki çadırların birinde kalıyor. Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun bir çalışanı. Onunla bir akşamüstü, Seferihisar Kültür ve Sanatevi’nde Tango atölyesinde tanışıyoruz. O modern dansın her türlüsüne vurgun biri. Bir yandan arkadaşlarıyla Hegel’in sanat politiğini tartışıyor bir yandan az sonra başlayacak Tango dersi için içi kıpır kıpır bekliyor. Evet, bir süre sonra Arjantin tangosunun yakıcı ve hüzünlü melodisi bulunduğumuz avluyu ele geçiriyor. Usuldan adımlar atılmaya başlıyor. Yusuf kendine partner bulamamış, tabii içim elvermiyor, tango benim de en sevdiğim dans, yanına gidip onu dansa kaldırıyorum. Biraz zorlasam torunum olacak yaşta. Tangoda yaş önemli değildir, yeter ki, ayaklar müziğin akıcı ritmine uysun ve siz kendinizi bırakın. Ne kadar dans ettiğimizi anımsamıyorum, sadece dans bittiğinde gülümseyerek elimi öpmesini anımsıyorum. Ve o şimdi yok. Bütün hayalleri onunla birlikte yok oldu. Sadece o mu, bu ülke hayallerini yaşayamayan genç ölülerle dolu.

 

 

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları