En tehlikeli an

19 Aralık 2021 Pazar

Hayat boyu kendimi badirelerden güç bela sıyrılıp ayakta kalan bir insan gibi hissettim” der Amin Maalouf en sevdiğim kitaplarından biri olan “Uygarlıkların Batışı”nda (Les naufrage des civilisations) ve mealen şöyle devam eder: 

Etrafımdaki her şey kaosa yuvarlanırken artlarında enkaz kentler bırakan film karakterleri misali geçtiğim sokaklardaki duvarların birer birer çöküşünü izledim.” 

Ben de kendimi “Uygarlıklar Batışı”ndaki Amin Maalouf gibi hissediyorum şimdi: Sevdiklerim gidiyor, değerler siliniyor, mesleğim bitiyor, birikimler eriyor, geçtiğim kent sokaklarındaki duvarlar yıkılıyor ve rejimler, sistemler dönüşüp değişiyor.  

Bu gazeteye girdiğimde dünya demokrasilerin yükselişini yaşıyordu. Genç bir muhabir olarak gittiğim İspanya’daki ilk röportajım, ülkesinde demokrasiye geçişin mimarlığını yapan Felipe Gonzalez olmuştu.

Kırk yıllık Franco rejimi ardından sosyalistleri mutlak çoğunlukla ilk kez iktidara taşıyan 28 Ekim 1982 seçimleri arifesinde yaptığımız özel söyleşide Gonzalez, gerçekleştirmek istediği değişimi, “İspanya’da değişim, işleyen bir demokratik devlet yönetimine kavuşmaktır” diye anlatmış, “Montesquieu’nün güçler ayrımını hayata geçirmekten” bahsetmiş ve eklemişti: 

Değişim bu ülkede anayasada olan ama kâğıt üzerinde kalan özgürlüklerin inşası, yerel özerkliklerin geliştirilmesi, ülke yönetiminin modernleştirilmesi anlamına geliyor. Sosyalist ve ilerici bir mesaj olmaktan öte, yeni bir devlet anlayışının ve demokrasinin gelişmesi anlamını taşıyor.”

Portekiz sınırındaki Badajoz kentinde boğa güreşi arenasında yapılan bir mitingden çıkmıştık. Mitingde kadınlar, İspanya’nın 40 yaşındaki demokrasi kahramanına “Felipe” tezahüratıyla güller atmıştı. Halkın “umudu” olan genç siyasetçi Madrid’e dönüş yolunda seçim otobüsünde okumakta olduğu Yourcenar’ın “Hadrianus’un Anıları”nı bir kenara bırakıp sonra bana bu röportajı vermişti. 

ŞEYTANLA MUKAVELE

Gazetecilikteki başlangıç yıllarımda tanıklık ettiğim ve yaşadığım bu aydınlık dünyayı düşündüğümde, etrafımızı kuşatan karanlık şimdi beni büsbütün korkutuyor. “Nereden nereye?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. 

Gün demokrasilerin günü değil otokrasilerin günü bundan böyle. 

Geçen hafta sonu Polonya’da çıkan “Wybor” (Tercih) adlı bir kitap Polonya ve Macaristan gibi Avrupa’nın göbeğindeki ülkelerde yükselişe geçen çağın ürkütücü otokrasilerine dehşet verici bir ayna tutuyor örneğin.

Pulitzer Ödüllü gazeteci Anne Applebaum ile eski Polonya Başbakanı ve AB’nin eski konsey başkanı olan Donald Tusk arasında gerçekleşen diyaloglardan oluşan kitap, “otokratik lider ve rejimlerin” eşgal portresini çiziyor.   

Otokratların yapıştıkları koltuğu bırakmamak ve eriştikleri zenginliği, dokunulmazlığı, popülariteyi yitirmemek için Faust misali Mefisto/şeytanla mukavele yaptıklarını söylüyor açık olarak Tusk. 

Applebaum’un sorularını yanıtlarken bu liderlerin ortak özelliklerinin “iktidarlarına sınır tanımamak” olduğunu sözlerine ekliyor.

AB, özgür medya ve anayasa mahkemesi gibi kişisel iktidarlara sınır koyan her güce damardan karşı çıkan otokrat liderlerin, bu denetim mekanizmalarını “şer ekseni” gibi algıladıklarını, siyasi muhaliflerle birlikte bağımsız kurumları da ortadan kaldırılması gereken düşmanlar şeklinde gördüklerini, bunun sonucunda siyasetin “kavimler savaşına” dönüştüğünü değerlendiriyor eski Polonya lideri. 

MUHALEFET ‘ÖLÜMCÜL TEHDİT’

Düşman” bellenen muhalefet, otokrat liderin temsil ettiği kitlenin kimlik değerleri, cemaati ve hatta varlığı açısından zira “ölümcül tehdit” kabul ediliyor. 

Lider, kendisiyle özdeşleşen kitlenin fiziken ete kemiğe bürünen cismi olarak yüceleştiriliyor. 

Liderin şahsında beden bulan radikal “biz ve onlar” ayrışması mucibince “Hükümet etmeye yalnız biz haiziz. Yalnız biz özgün, yerli ve milliyiz” düşüncesi yerleşiyor. Demokratik kriterlere yabancı bu algı dünyası, Tusk’ın tabiriyle “Mefisto ile yapılan her mukaveleyi” meşru kılıyor. 

Eğer yalnız biz hükümet etme yetkisine haizsek, demokrasinin girift kuralları, özgür basın, bağımsız mahkemelere ne gerek var? Her şey bizim elimizde olmalı. Tüm kontrolü biz elimizde tutmalıyız. Bunu yapmak bizim hakkımız” zihniyetindeki otokratlar için bu pakt, Tusk’ın anlatımıyla, demokrasi araçlarını, ilelebet iktidarda kalmak için kullanmak ve görsel efektle sınırlamaktan ibaret.  

En kötüsü otokrat liderlerin “şeytanla yaptıkları mukavelenin netice aldığını görmüş olmaları” diyor Tusk ve ekliyor: “Demokrasiler için bu yüzden en tehlikeli andayız.” 

Avrupa’nın bağrında yaşanan gelişmeler bunlar. 

Çıraklık dönemimde tanık olduğum demokrasi şöleni ile karşılaştırdığımda başka bir gezegen gibi.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024
31 Mart’ın bahsi 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları