Deniz Yıldırım

Umut

21 Temmuz 2021 Çarşamba

Akışa direnişte hapishaneden kaçış filmlerinin anlamı üzerine düşünmüştük daha önce. O filmlerde hapishane, özgürlüğün askıya alındığı ancak gelecek umudunun yine de mahpusu canlı tutmaya yarayacak ölçüde yaşatılabildiği bir alandı. Kimisi hapisten kaçmanın yollarını arıyor, kaçışı umuyordu; kimisi cezasının biteceği tarihi biliyor, çıkmayı umuyordu.

Oysa bir de kaçışı imkânsız kılıp çıkışı da belirsizleştiren, esiri her an öldürülebileceği ya da bir daha hiç dışarı çıkamayabileceği düşüncesiyle korkulara ve yalnızlığa hapseden hayalet kamplar var, esir kampları. Kimi savaşlar, iç ya da dış politik karakterde, galiplerin mağluplara bu kampları dayatmasının da tarihi.

Bir film ve bir kitap kesişiyor yine. Onlara değinelim. İlki, Alvaro Brechner’in yönettiği, Uruguay’da üç devrimcinin 12 yıl boyunca böyle bir kampta, yalıtık halde tutulmasının gerçek öyküsünü anlatan 12 Yıllık Gece. Filmde, yıllar sonra Uruguay devlet başkanı seçilecek Jose Mujica’nın ve iki arkadaşının esaretine tanıklık ediyoruz. Diğeri de 1971’de Fas’ta krala karşı başarısız bir ayaklanmanın ardından Tazmamart adlı bir hayalet kampa kapatılıp 20 yıla yakın süre esir tutulanların anılarından yola çıkarak Tahar Ben Jelloun’un kaleme aldığı, Işığın O Kör Edici Yokluğu adlı roman.

Esaret her ikisinde de geceyle, karanlıkla özdeş. Kaçmanın zor, yaşamanın daha zor olduğu koşullar bunlar. Hapishaneden farklı. Jelloun’un romanında kahraman bir yerde bunu, Kelebek’in, “dünyanın en sıkı cezaevinden kaçmayı başaran mâhkumun öyküsü”yle kendi durumlarını karşılaştırarak şöyle vurguluyor: “Burada, cezaevinde değildim. Burada kimse, cezasını çekecek bir tutuklu değil. Ben, biz, kimsenin dışarı çıkmayacağı bir zindandaydık.”

En kötüsü, bu kâbusun bitişine dair umudun silinmesidir. Ernst Bloch, Umut İlkesi’nin ilk cildinde, toplumsal çöküş koşullarında, “çöküşten kurtulma yolunu bulamayanlarda korku, umudun önüne ve karşısına geçer” diyor. Öyleyse korku, umudun bitirildiği yerde egemen oluyor. Korkuyu bitirmeden önce, umudu diriltmek gerekiyor bu formüle göre. Karanlığı ve korkuyu sürekli vurgulamak yetmiyor.

Umudu yitirmek, dışsal koşulların dayatması olduğu kadar, akışa direnmek isteyen öznenin bilinçli tercihi de olabilir elbette. Umut edip sonra hayal kırıklığı yaşamak, çözülmeyi ve çöküşü hızlandırabilir çünkü. Jelloun’un kahramanı, “umut baştan sona bir inkârdı... Umut, sakinleştiriciye benzeyen bir yalandı. Onu aşmak için, her gün bin beterine hazırlanmak gerekiyordu” diyor.

Umut daha iyiyi hayal etmekse, umudunu isteyerek ya da dışsal faktörlerin zoruyla yitirmek de daha kötüsüne hazırlanmak anlamına geliyor bu durumda. Belirsizlik, geleceği kestirememek, önünü görememek, umudu tüketiyor. Umutla bağını koparan, daha iyisine değil, daha kötüsüne hazırlanmaya başlıyor. Daha kötüsünü beklemek, korkuyu tetikliyor; bu da korkutarak yönetenlerin elini güçlendiriyor.

YAZIYLA DİRENMEK

Fakat iki yapıtta da benzer bir kırılma noktası var. Filmde esirlerden Mauricio, muhafızların sevgililerine muhafızlar adına aşk mektupları yazmaya başlıyor ve sonunda, yıllar süren ayrılığın ardından bir deftere ve bir kurşun kaleme kavuşuyor. Kavuşma anına damga vuran bakışta, yeniden insan olmanın, yeniden umuda tutunmanın, gelecek zamandan yerini ayırtan bir şimdiki zaman direncinin ışığı seziliyor. Romanda ise zindanda 13 yılı tamamlayan esirlerden biri, bir muhafızla arasında soy bağı keşfediyor ve esirler onun aracılığıyla dışarıya mektup, haber ulaştırmaya başlıyorlar. İşte, romanın baş kişisinin esir Wakrin’in mektubunu yazmak için kaleme ve kâğıda kavuşması da bir kırılma noktası. “O andan sonra, bu küçücük kâğıt parçası sayesinde yaşantımızda sarsıntılar başlayacaktı” diyerek kaydediyor bu durumu. Çünkü yazı, içinde bulundukları karanlıktan, başka insanlara seslenmenin tek aracı. İçerisi ile dışarısı arasındaki sınırları yazıyla yıkıyorlar şimdi. Etkisi mi? “Başından beri ilk kez özgür kalmayı hayal ediyordum. Güneşi düşünüyordum” diyor romanın baş kişisi. Demek ki yazma eylemi, umudu da geri çağırmıştır.

Bazen, “yazmak neye yarıyor ki?” hissine, umutsuzluğuna kapılmayan yoktur. Ben kapılıyorum, itiraf edeyim. Sonra koşullar içinde değişen olgulara bakıp, genellemelerden kaçmayı öğreniyor insan. Marguerite Duras, Yazmak’ta şöyle bir cümle kuruyor: “Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz.” Doğru, fakat yazı ile yalnızlık arasında olağan zamanlarda kurulan ilişki, olağanüstü zamanlarda yalnızlığı aşma, yabanıl koşullardan medeni yaşama ulaşma, yaşama tutunma aracına da dönüşebiliyor. Filmde de romanda da görüyoruz. Araçlara değil, içinde işledikleri koşullara bakmak; bir noktada akışa teslimiyet gibi görünenin, bir başka koşulda akışa direncin simgesi olabileceğini de anlamak gerekiyor.

Romanda o mektuplar, Tazmamart zindanının sonu oldu. Umudun geri gelmesi ve korkunun etkisizleşmesiyle, Uruguay’ın baskı düzeni de çözüldü. “Saraysız başkan” Jose Mujica, mütevazı bir hayat yaşayan, itibarı oda sayısıyla, görkemli binalarla eşitlemeyen o güzel insan ve dostları, 12 yıllık gecenin içindeki aydınlığı görebildiler sonuçta.

Umutla, yazıyla kalın. İyi bayramlar.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’e veda 4 Haziran 2022

Günün Köşe Yazıları