Gazetecilere özgürlük platformu

06 Temmuz 2015 Pazartesi

Ülkemizde gazetecilik hep baskı altında oldu. Siyasal iktidarlar gazetecileri, gazeteleri hiç benimseyemediler. Onları sürekli olarak baskı altında tutmak, kendi politikalarının sorgu sual etmeyen savunucuları olarak görmek istediler. İktidarların bu tutumuna paralel olarak devletin derinliklerinde kendilerine hayat alanı bulmuş karanlık çevreler ise zulmü cinayetlere, suikastlara kadar götürdüler. Cumhuriyet gazetesinin toplantı odasının duvarları öldürülen yazarlarımızın fotoğrafları ile kaplıdır. Gazetecilere yönelik en yaygın saldırı ise onları sudan bahanelerle gözaltına almak, tutuklamak, hapsetmek, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun açıklamasındaki çok yerinde tanımla “rehin almak” olmuştur. Ne yazık ki gazetelere, gazetecilere yönelen baskı, tehdit, zorbalık sürüp gidiyor. Buna karşı gazetecilerin, meslek örgütlerinin mücadelesi de sürüyor. Örgütlenmede büyük bir başarı çıtasını yakaladığımız belki söylenemez ama yoğun, ciddi bir çabanın söz konusu olduğunu da teslim edelim.
Gazetecilerin dernekleşmesi konusunda atılan adımlar hem kapsayıcılığı açısından hem de etkinlik bakımından eski dönemlere göre ileridir. Son yıllarda örgütlenmede önemli adımlar atıldı. Ama hâlâ en zayıf olunan nokta gazetecilerin sendikalaşma düzeyindeki geriliktir. Bu alanda en önemli engel, özellikle gazete patronlarının sendikalaşmanın gazetelere, gazeteciliğe yapacağı olumlu katkıyı hâlâ anlamamış olmalarıdır. Gazete işverenleri gerçekten işlerine sahip çıkmak, baskılara karşı durabilmek istiyorlarsa, gazetecilerin sendikalarda örgütlenmesinin bu açıdan da büyük önem taşıdığını kabul etmelidirler. Güçlü gazeteler, baskılara karşı direnme gücü yüksek gazeteler ancak örgütlü, güvencelere sahip gazetecilerin varlığı ile mümkün olabilir.
Meslek örgütlerimizin son yıllarda kendi aralarında güç birliğine gitmeleri de yine aynı nedenle çok yerinde olmuş, siyasi iktidarların, karanlık odakların, cemaatlerin, bağnazlığın saldırıları karşısında ayakta kalabilmelerini, mücadele edebilmelerini mümkün kılmıştır. Bu kapsamda, İstanbul’da 25 Ağustos 2010 tarihinde Türk basın tarihinin en geniş katılımlı meslek örgütleri toplantısı yapılabilmiş, Türkiye’de basın ve düşünceyi ifade özgürlüğüne yönelik tehditlere karşı ortak ve sürekli bir mücadele için “Gazetecilere Özgürlük Platformu” adıyla bir basın meslek örgütleri platformu kurulabilmiştir. Platform bugüne kadar birçok yürüyüş, toplantı gerçekleştirdi; baskılara dikkat çekti; iki kez uluslararası katılımlı Gazetecilere Özgürlük Kongresi düzenledi; son 10 yılda cezaevine giren 300’e yakın gazetecinin duruşmalarını izledi, cezaevi ziyaretleri yaptı; Türkiye’deki basın özgürlüğü, düşünceyi ifade özgürlüğü ve tutuklu gazeteciler sorununu dünya gündemine taşıdı.
Gazetecilere Özgürlük Platformu’nda meslek örgütleri iki ayda bir dönüşümlü olarak dönem sözcülüğünü üstleniyor, çalışmaların eşgüdüm içinde yürütülmesini sağlıyorlar. Son iki ay Dönem Sözcülüğü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından yürütülüyordu. 29 Haziran’da dönem sözcülüğünü Basın Konseyi üstlendi.
İktidarların gazetecilik üzerindeki baskısının kendiliğinden ortadan kalkacağını düşünemeyiz. Çünkü bu baskılar büyük ölçüde kurumsallaştırılmış, yasalara, yönetmeliklere yerleştirilmiş, yürütmede, yasada, yargıda ağır basan eğilim haline gelmiştir. Bu nedenle bizleri bekleyen süreç daha fazla mücadeleyi, mücadeleyi yoğunlaştırmayı zorunlu kılıyor. Yandaş medya tarafından hançerlenen gazeteciler seçimlerden sonra artacağı umulan nefes alma olanağının da kendiliğinden gerçekleşmeyeceğinin bilincindedir. Bu bilinci yaygınlaştırmada hepimize görev düşüyor.

Aleviler dizisi üzerine
Cumhuriyet gazetesini büyük bir titizlik ve özenle takip ediyorum. 3 Temmuz 2015 tarihli gazetenizi okurken dikkatimi birkaç cümle çekti. Sayın Zülfü Livaneli yazılarında bizim kültürümüzden bahsetmekte, biz de okudukça gururlanmaktayız. Uzun yıllar boyunca ezilen ve baskı altında kalan Alevi kesimi olarak bizim kültürümüzü tanıtmanız gerçekten çok onur verici. Fakat dikkatimi çeken birkaç husus oldu. Bir noktayı düzeltme ihtiyacı duydum. Dikkatimi çeken cümle şöyle başlıyordu: “Dualarını kadın ve erkek bir arada dans ve müzikle yapıyorlar.” Dualarımızı dans ve müzikle değil deyiş (duaz-ı imam) ve semahla yapmaktayız. Bizim kültürümüzü bilmeyen ve bu yazıyı okuyan çoğu insan farklı şeyler düşünebilir.
Aynı şarkı ve türkü arasındaki fark gibi semah-dans, müzik-deyiş arasında da fark bulunmaktadır. Kültürümüzün temel öğelerinin başında semah ve deyiş gelmektedir. Sayın Zülfü Livaneli’ye ve size hep başarılar diliyor, saygı ve sevgilerimi gönderiyorum... Saniye Efe

Sapıklık bunun neresinde?
3 Temmuz Cuma günkü gazetenin 18. sayfasında Konuk Yazar Ayşe Kulin’in “Bir Mantıksızlık Abidesi” yazısıyla ilgili düşüncelerim... Sayın Kulin, “Anneciğim, Babacığım..” sözcüklerinin anne ve baba tarafından çocuklarına hitap tarzı olarak kullanmalarını çok ayıplamış. Yazısının sondan bir önceki paragrafında “..Kızına baba, oğluna anne, ablasına abi, abisine abla diye seslenen insanlardan ne beklenir, sonuçta” diye yazıyor. Sözünü ettiği bir diziden önce bu tarz hitabın bir iki yerel ağız dışında yurdumuzda kullanılmadığını savunuyor. Oysa bu hitap biçimi Anadolumuzda neredeyse gelenek haline gelmiş, yüzyıllardır kullanılan bir sevgi biçimidir. Hatta bu hitap haladan, dayıdan amcaya ve karşılığında yeğenlere değin uzanır. Uzun yıllar Anadolu’da, çok değişik yörelerde bulunmuş bir Anadolu insanı olarak Sayın Kulin’e anımsatmaktan kendimi alamadım. Bu biçimi kınarken neredeyse azgelişmişliğimizi, mantıksızlığımızı buna bağlamak ne derecede doğrudur bilemem. Dr. Ali R. Bilginer
Okur Temsilcisi’nin notu: Sayın Ayşe Kulin’in aynı yazıda birbirine zıt iki yaklaşımı savunmasını ben de anlayamadım. Yazar, ana babanın ya da kardeşlerin sevgi ifadesi olarak kullandıkları bu seslenişi “sapıklık” olarak niteliyor. Şöyle yazıyor: “Sigara dumanına takan RTÜK ise insanları birer sapık haline dönüştürmüş bu söyleme kulak tıkamış durumda.” Ama değerli konuk yazarımız gerçek dünyaya da gözlerini kapatamıyor: “Eşitlik, özgürlük, demokrasi iddiasında olup yeryüzünün her alanında var olan eşcinselleri yok sayan başka bir millet kalmamışken bu dünyada onların barışçıl yürüyüşlerine dahi tahammül göstermemenin sebebi de mi bu” diye soruyor. Bağlantıyı ben de çıkaramadım...

Dizel, yakıtın adı değil
29 Haziran, ekonomi sayfası, “Türkiye benzine vergide birinciliği kaptırmadı” başlıklı haber... Hem çizelgede hem de çizelgenin altında bir “dizel”dir gidiyor. Dizel bir motor türüdür. Burada söz konusu olan motorun değil, onun yaktığı akaryakıtın fiyatı oysa. Yani mazotun ya da motorinin... Metinde geçen “dizel yakıt” tamlaması da yanlış. “Dizel yakıtı” olacak. “Giga” tıpkı “kilo”, “santi” gibi bir önektir. İzleyen birime bitişik yazılır. Yani “giga jul” değil, gigajul olmalı. “Avro” bütün öteki para birimleri gibi özel bir ad değildir. Dolar, lira, frank, sterlin küçük harfle başlarken avro niçin büyük harfle başlıyor, anlamak olanaksız. Yeni Zelanda’da tek bir “l” bulunur, Yeni Zellanda yanlıştır. Kısa bir habere bu kadar yanlışı sığdırmak beceri ister doğrusu. Nasıl “başarıldı” acaba? Emre Yazman

Yadırgadım
Gazetemiz geçmişten günümüze yazılı basının özgürleşme mücadelesinde ilkeli ve omurgalı anlayışını birçok izolasyona rağmen hep sürdürdü. Sayın Can Dündar’ın, 17/25 Aralık olaylarından sonra gerek +1 TV’de verdiği övgüye değer mücadelesi, gerek gazetemize katılımı ile zenginlik yaratması keyifli idi. Ancak son dönemlerde gazetemizde yaptığı açılımları yadırgamamak da elde değil. Doğaldır ki benim onaylamadığım bir yazarı bir başkası onaylayabilir. Ancak Murat Belge’nin konuk yazar olarak yazı yazmaya başlaması içimi sızlattı. Murat Belge AKP siyasetinin, Fethullahçı basının göbeğinde neo liberal politikaların baş savunucusu, vesayet, vesayet diyerek suçsuz insanların politik gerekçelerle cezalandırılmasında öncülük yapan kişidir. Her dönemde şekil değişikliğine giren bu zat-ı muhtereme bizim gazetemizde konuk yazar olarak yazı yazdırılmasını, başta Cumhuriyet Vakfı yönetimine, Genel Yayın Yönetmeni Sayın Can Dündar’a, yadırgadığımı söylemek zorundayım. Anlayışınız için teşekkür eder, saygılar sunarım. Muzaffer Bayraktar

Eğleniyorlar mı sizce?
4.7.15 tarihinde haberin içinde de yazıldığı gibi şartlar gereği yemeklerini ambulansın içinde yemek zorunda kalan sağlık çalışanı 112 görevlileri için attığınız başlık; zaten zor şartlarda görev yapan doktor, hemşire, ebe, 112 görevlisi vb sağlıkçıların ne gibi zor şartlarda çalıştıklarını belirtmekten ziyade insanları bu meslek çalışanlarına karşı dolduruşa getirmekten başka bir amacı olmayan, içinde nefret içeren sapkın bir düşüncenin yaygınlaşmış başka bir örneğidir. O haberde bir ziyafet mi var sizce? Ambulansın içine sıkışmış, 3-5 dakikada yemek yeme ihtiyacını giderip işini yapmaya çalışan insanlar size eğleniyorlar gibi mi geliyor? Hayata bakışınız, dünya görüşünüz bu mu? Uzm. Dr. Derun Torlak  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları