Kleptokrasi - Otokrasi Kazandı!

01 Nisan 2014 Salı

Türk halkı pazar günü sandığa gitti. İktidardaki AKP öne çıktı. Halkımızın tercihini saygıyla karşılarız. Sonuçlara göre değerlendirme yaparsak ilginç bazı noktalara da ulaşabiliriz.
Pazar günü Fransa’da da yerel seçimlerin ikinci ayağı yapıldı. İlk kez bir kadın Paris’e belediye başkanı seçildi. Sosyalist Anne Hidalgo (54), merkez sağdaki Nathalie- Kusciusco Morzet’i (40) ikinci ayakta yüzde 55 oyla yendi. Oysa Morzet ilk ayakta yüzde 50’nin altında az farkla Hidalgo’nun önündeydi.
Fransa’da gerçek demokrasiyi yansıtan seçim yasasına göre mutlak çoğunluğun sağlanamadığı ilk ayakta en çok oyu alan iki aday, ikinci ayakta yeniden yarışırlar. İlk ayakta bu adaylara oy vermeyenler de mutlak çoğunluğun eğilimi için ikinci ayakta bu adaylardan birini seçer. Böylece başkan yüzde 50’nin üzerinde bir oyla seçilmiş olur.

***

O seçimlerden esinlenerek bizim sonuçlara göz atalım. Türkiye’de de dört ilde “kadın başkan” seçilmesi olumlu gelişmedir. Hakkâri’de Dilek Hatipoğlu ve Diyarbakır’da Gültan Kışanak gibi BDP’li kadın adaylar seçildi.
Gaziantep’te ise eski Aile Bakanı Fatma Şahin, seçim kazanan AKP’li bakan olurken, öteki AKP’li Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım İzmir’de hezimete uğradı, Ergenekon ve Balyoz davalarında sesi çok yükselen Sadullah Ergin Hatay’da seçilemedi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın adını istismar ettiği Adnan Menderes’in kenti Aydın’da ise CHP’den Özlem Çerçioğlu kazandı. Konya Meram ilçesinde AKP’den Fatma Toru, ilk türbanlı başkan oldu. Keşke Paris’teki gibi kadınlarımız büyük kentlerde de öne çıkabilseler.
İlginç bir sonuç ise Tunceli Ovacık ilçesinden geldi. Türkiye’de ilk kez bir komünist aday, TKP’den Mehmet Maçoğlu seçildi.

***

Fransa’yı bir başka nedenle örnek verelim. Türkiye’de hemen hemen tüm kentlerde yüzde 50’yi aşan aday çıkmadı. Hatta bazı kentlerde fark neredeyse yok denecek kadar az. Acaba, Fransa’daki gibi gerçek demokratik seçim için ikinci ayak oylamaya gidilseydi, sonuçlar nasıl olurdu?
O zaman halkın parti seçiminden daha çok, en çok hangi adayı “desteklediği” ortaya çıkmaz mıydı, daha gerçekçi demokratik uygulama olmaz mıydı?
Son yıllarda bazı iller “büyükşehir” konumuna yükseldi. Böylece adayı yeterince tanımayan kırsal kesimdeki halk, ildeki insanların adayı yerine partilerine oy kullandılar. Genelde kırsal seçimde güçlü olan AKP büyük kentlerde bu oylarla öne geçti.

***

Kuşkusuz en önemli sonucu gazetemizin dünkü başlığı olan “Gerilim kazandı” değerlendirmesi yansıtıyor.
Seçimden önce Başbakan ailesi, bakan çocukları ile bağlantılı “yolsuzluk” kasetleri ortalığı karıştırdı. Gündemi ayakkabı kutuları, para sayma makineleri oluşturdu. Bir başka ülkede olsaydı daha seçimlerden önce bu kişiler hakkında yasal süreç süratle uygulanır, gerekenler yapılırdı. Oysa bizde üzerleri örtüldü.
Dünya siyasal sözlüğünde “demokrasi” gibi bir de “kleptokrasi” kavramı var. Her ikisi de Yunancadır. “Demos (halk)ve “krasi (yönetim) anlamınadır.
Aynı sözlüklerde “klepto (çalmak)ve “krasi (yönetim)” şöyle tanımlanıyor: “Kleptokrasi, bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soyması olup kısaca ‘hırsızlar yönetimi’ anlamına gelir. Demokrasinin bütün kurumlarıyla yerleşmediği ülkelerde görülen bu durum, o ülkelerin gelişmesinin önündeki en büyük engeldir.”
Sandık başına giden halkımızın genel söylemi “çalıyorlar, ama çalışıyorlar” oluyor. Dolayısıyla bizde “demokrasiye” değil “kleptokrasiye” oy verildi.

***

Aynı sözlüklerdeki “autokrasi” sözcüğü de Yunancadır. “Autooto (kendi)ve “krasi (yönetim) demektir. Batı dünyasının yöneticileri ve basını Tayyip Efendi’nin yönetimini “otokrasi” olarak tanımlamıyor mu?
Nedir “otokrasi”? Kraliyetlerde miras yolu ile geçen “mono (tek) krasi (yönetim)gibi tek kişinin yönetimi olup ancak seçimle işbaşına gelen “emirsellik”tir. Meclis de seçilmiştir, ancak “tek kişinin” buyruğu buyruktur.
Bu durumda halkımız “kleptokrasiyi”, yani “hırsız yönetimi” ile birlikte “otokrasiyi”, yani “buyruk yönetimini” seçmiş olmadı mı?

Atatürk’ün Evi - Şah’ın Türbesi! 
Telefon sızıntılarını günlerce tartıştık. “Yolsuzluklar” dışında en ilginci Dışişleri Bakanlığı’nda “jammer” gibi dinlemeyi önleyici önlemlerin alındığı bakan odasından sızan konuşmalardır.
Türkiye’nin güvenliğini elinde tutan önemli kişilerin Suriye ile bir “bahane” uydurarak gerekirse savaş kapısını aralama çabalarını duyduk. Bakan Ahmet Davutoğlu, Başbakan’ın kendisine Türk toprağı olan Suriye’deki Süleyman Şah Türbesi için “Gerektiğinde bu konjonktürde (ortamda) bir imkân gibi de değerlendirilmeli…” dediğini söylüyor, “bahaneye” yeşil ışık yakıyor!
Görevi istihbarat yapmak olan, Suriye’ye TIR’lar gönderen MİT Müsteşarı Hakan Fidan sanki Genelkurmay Başkanı imişçesine 2. Başkan’ın yanında savaşı şöyle çomaklıyor: “Ben öbür tarafa 4 tane adam gönderirim. 8 tane boş alana füze de attırırım. Problem değil o. Gerekçe (bahane) üretilir! Olay böyle bir iradenin ortaya konması… Biz savaş iradesi ortaya koyuyoruz!”
Erdoğan’ın, Fidan’ın yaşları uygun olmadığı için 6/7 Eylül olaylarını bilmezler! 1955’te Demokrat Parti ekonomide güç durumla karşılaşınca Menderes de “otokratlaşıp” MİT’ten bir görevliye, Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba attırmıştı. Sonrasında İstanbul birbirine girmiş, azınlıklara saldırılmıştı. Ardından sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu olaydan 15 gün önce Alman istihbaratı, Menderes’in muhalefeti kontrol altına almak için 3 büyük ilde sıkıyönetim ilan ettireceğini belgelemişti.
Yassıada’da intihar eden İçişleri Bakanı Namık Gedik o gün istifa etmek zorunda kalmış, gerçek ortaya çıkınca Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu 6 yıl hapis cezasına çarptırılmışlardı. Başta “profesör” Davutoğlu ve “müstafi astsubay” Fidan yakın tarihten ders almalıdırlar!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları