Ahmet Tezcan: Erdoğan'ın dar uçak kadrolarını oluşturanlar işlerini yapmadı

12 Kasım 2015 Perşembe

Erdoğan’ın Başbakanlık dönemindeki eski basın danışmanı, gazeteci- yazar Ahmet Tezcan’la yaptığımız söyleşinin dün yayımlanan bölümünde Tezcan’ın 1 Kasım değerlendirmeleri vardı. Seçimden önce Ankara kulislerini hareketlendiren “Abdullah Gül, 1 Kasım’ı bekliyor. Erdoğan’ın ‘düştüğü’ bir resim çıkarsa Gül yeni bir hareketin içinde olabilir mi” sorusuna Tezcan şu yanıtı vermişti: “Toplumu değerlendirmeden mi? Buna inananlar Abdullah Bey’i çok saf bir siyasetçi yerine koyuyor.” Söyleşinin bugünkü kısmında tam oradan devam ediyoruz.

- Erdoğan ve Davutoğlu arasında ikilem beklemek saflık mı?

Bunu umanlar hem Davutoğlu’nun balkon konuşmasında “Bu gömlek artık dar geliyor, sistemin değişmesi lazım” dediğini hem de 1 Kasım’ı atlıyor. Yüzde 52’lik Cumhurbaşkanı, yüzde 50’lik Başbakan, niye görülmüyor?

- Başkanlık referandumuna dönen 7 Haziran’da bu toplum “başkanlığa hayır” demedi mi?

O başka bir şeydi. Orada çok aceleye getirilen bir başkanlık istemi vardı. Bunun da mesajı içeriye değil dışarıyaydı. Dışarıda bir operasyon başlamış, Türkiye’nin güneyi Suriye’nin kuzeyiyle birlikte kopartılmak üzere düğmeye basılmış. Tayyip Erdoğan başkanlık sistemini getirelim, söylemi ile dışarıya bir set çekmeye çalıştı, şu mesajı verdi: “Yani ben bu toplumu öyle bir noktaya getiririm ki bu başkanlık sistemiyle, federasyonları kendim ilan ederim, Kuzey Irak’ı da kendime bağlarım ve sen buna hiçbir şey yapamazsın.”

 

İktidar ve medyanın dansı

- Kuzey Irak’ı kendine bağlamak mı?

Barzani’ye Türkiye ile birlikte federasyona yaktığı yeşil ışığın ardından yüklenilmeye başlandığını Türkiye aydınları unutuyor ama mesele bu. 17 Aralık da buralardan geliyor. Türkiye’de artık 2001’deki gibi finans krizleri çıkartılamıyordu, kriz zemini yaratmak için Türkiye’nin gizli rezervleri ortaya çıkarılmak istendi. Olan buydu.

- Farklı düşündüğümüz çok açık. Bizce 17-25 Aralık bir gazete söyleşisine sığmaz. Ama keşke bu söyleşi “sizi sinek gibi ezeriz” medyasına biraz ilham verse.

Ben ayırt etmeden söyleyeyim, pespaye medyamız. Pespayelik her yerde, bir yerde değil. Kimse kimseyi diğerinden ayrı görmesin. Herkes birbirine benziyor aslında. Bunun farkında değiliz. Kurumlara, partilere, patronlara tapınmayı emreden sistemin insanları bir yerde değil her yerde. Kimse masum değil.

- Hürriyet’in uzlaşma mektubu Erdoğan’larda nasıl kabul görür?

İnsanlar söylediklerinize değil yaptıklarınıza bakar. Bunun samimi bulunması için söyleminizle eyleminiz bir olmalı.

- Eylem dediniz, “Yeni bir lider doğdu” manşeti atılırsa ne olur?

Hürriyet atarsa gülerler. Çünkü daha önce yeni bir lider olarak Selahattin Demirtaş doğmuştu. Hani yeni umut oydu? Ne oldu da Demirtaş’ı gazetenin eteğine indirdin ve içerideki sayfalarda da haberi küçük gördün?

- Yanıt alsanız: “Daha ne olsun terörist ilan edildik, kapımız penceremiz kırıldı. Şimdi sırada kayyumlanmak mı var? Dört yıl daha Ankara’dalar, mecbur dümeni kırıyoruz!”

Vaziyeti o dümeni kırmak kurtarır mı? Özgür ve bağımsız gazetecilikten bahseden tüm arkadaşlara sorayım. Türkiye’de basın ne zaman basın oldu ki özgür basın olsun? Bırakın iktidarı, patronları, basında çalışanlar, kendilerinden, yazıişleri ve genel yayın müdürlerinden özgür olamadılar ki. Dümen kırmak ondan da yetmiyor.

- Dümenin diğer cephedeki kırılımını da hatırlatalım. Sene 2004, Başbakan’ın basın danışmanısınız. Yerel seçim kampanyasında uçağa Rahmi Turan’ı davet ettiğiniz için Erdoğan size kızıyor. Tartışma esnasında “Kendisiyle konuşuruz gelmez efendim” diyenler üzerine “O gelmezse ben de gelmem” diyorsunuz. “Erdoğan, Tezcan’ı herhalde gönderir” denilirken Turan da siz de uçağa biniyorsunuz. Erdoğan tavrınızdan dolayı size teşekkür ediyor. Şimdi gelelim 2015’e. Hepimiz uçak kadrosunu ve binişleri biliyoruz. Neden “onlar gelmesin efendimler” dümende?

İnsanlar her şeye arzuladıkları ya da bulundukları konum üzerinden bakıyorlardı. Bulundukları yeri ya da çalıştıkları mevkiyi kendilerinden bağımsız görmediler. O dar uçak kadrolarını oluşturanlar işlerini yapmadılar. Netice itibari ile onların işini çıkıp Başbakan yapacak değildi. Onun da birtakım uygulamalar kolayına geldi. Bazı şeylerden de ikrah etti hakikaten.

 

Petek Dinçöz’ün isteği

- Nelerden ikrah etti?

Çok şahidi olan, çok olay var. Onlardan biri: CHP’li milletvekillerinden işadamlarına geniş bir heyet ve gazeteciler uçakta. Bir gazeteci arkadaş, patronun işleri için uçakta girişimde bulununca ben o gazeteci arkadaşa “eski hükümetlerin usulünü devam ettireceksek benim burada ne işim var” diyerek çıkışıyorum. Buna oradaki herkes tanık. Ezcümle, bizim medyamız Erdoğan’dan eski hükümetlerin usullerini devam ettirmesini istiyordu. Onu bulamadığı için son derece saldırgan, bel altı vurdu ve farklı ilişkiler içerisine girdi. Mesele, alttan alta nasıl oyarız da kendi önümüzde diz çöktürebiliriz, hadisesine geldi. O dar kadro uçaklar, biraz da kendini bundan koruma hissiyatıyla da oluştu. Bu bir psikolojik hata. O psikolojik gerekçe bunun hata olduğunu ortadan kaldırmaz. Yapılan doğru değildi.

- Patronunun dosyasını takip etmek için gazeteci sıfatıyla uçağa binenler şurada dursun. Diğer yandan Saba Tümer’in ekrandaki varlığından rahatsız olup telefon açmaya üşenmeyen bir Başbakan’dan da söz ediyoruz. Başka örneğe ihtiyaç yok sanki...

(Gülerek) Durun ben bir örnek daha vereyim. Petek Dinçöz “Beni kurtarın Sayın Başbakanım” dediğinde devreye de giren bir Başbakan da söz konusu. Evlenmek isteyen bile Başbakan’ı arıyor. Komik ama gerçek. Bizim her türlü meselemizin sebebidir: Sistemden kaynaklanan arızaları değiştirmezsen o sistem seni kendine dönüştürür. Hayatın içinden yaşanmış bir örnek: ODTÜ yoluna tepki duyan ve bunu protesto eden gençlerin ellerindeki pankartta “İslami faşizme hayır” yazıyordu. Oradaki gençler itiraz ettikleri arızanın AK Parti’nin ya da Tayyip Erdoğan’ın muhafazakâr kimliğinden dolayı değil sistemden kaynaklandığını düşünmüyorlardı. Düşünmemeleri de son derece normaldi. Mevcut sistemin rükünleri ile iş başına gelen bir hükümetken icraatının söylemini İslami motiflere dayandırırsan sistemden kaynaklanan arızaların tamamı İslama fatura edilir. Ve sen kendi dinine zulüm etmiş olursun.

- Neden danışmanlığı bırakmıştınız?

Ekonomik olarak göçmüştüm. Ve Akif Beki gelmişti, artık yapabileceğim bir şey kalmamıştı.

- “Dar kadro uçak uygulaması Beki ile başladı” demek yanlış mı?

Değil.

- Ama buna itiraz eden bir Erdoğan da yok?

Onun psikolojisini anlattım. Burada söylediğini orada çarpıtan çok örnek yaşandı. Bakın Ertuğrul Özkök, Erdoğan’la mülakat yapmak için yıllarca peşinde koştu ya da uçağa bindi. Sonrasında yazdığı şey uçaktaki şarap.

- İstediğini yazar.

Yazsın da memleketin meselesi bu mu?

- Erdoğan her seçimden önce Aydın Doğan’la kavga etmeyi alışkanlık edindi. Doğan’a epey siyasi parti lideri muamelesi yapıyor. Erdoğan’ın Aydın Doğan takıntısının sebebi nedir?

Aydın Doğan takıntısı diye bir şey söz konusu değil. Aydın Doğan’ın alışkanlıklarından vazgeçememesi söz konusu. Doğan’ın medya ile hükümet ilişkisini de ortaya koyan en tepe örnek Güneş Taner ile Ertuğrul Özkök arasındaki telefon konuşmasıdır. Mesele bu anlayışın devamını istemektir.

- Aydın Doğan, “Biz hükümet getiririz hükümet götürürüz” cümlesini hiçbir şekilde söylemediğini yazdı. Özkök, “Erdoğan bir karar versin. Aydın Doğan bu sözü Ankara’da mı, İzmir’de mi söylemiş? Nerede söylendiği bile karıştırılan bu itham, neden ortaya atıldı” diye soruyor. Yani yalanlıyorlar Erdoğan’ı.

Bu tartışmayı sulandırmanın hiçbir manası yok. Aydın Doğan’ın bunu inkâr etmesi bunun olmadığı anlamına gelmiyor. Tanıkları vardır, bunları biz çok yaşadık. Tayyip Bey bugüne kadar isim olarak dillendirmedi. Ama ben dillendireyim. Tayyip Bey, “Kapımıza gelen yazarlar var, biz onların kim olduğunu biliyoruz” diyor. Bunların bir tanesi Taha Akyol. POAŞ’tan dolayı Aydın Doğan’ın ödemesi gereken, ötelenmiş olan taksidi bir de iteletmek için gelen, 10 dakikalık randevunun üçüncü dakikasında alı al, moru mor çıkan kişi kendisidir. Bu olaydan sonra Erdoğan tam iki yıl ne telefonuna çıktı ne de programına.

 

Milletin a’sı diyenler

- Hangi yıldan söz ediyorsunuz?

Ben oradayken, 2005-2006. Herkes elini vicdanına koysun, bizim medyamız sütten çıkmış ak kaşık mı?

- Buna gelen bir yanıt: “Bizim başbakanımız, cumhurbaşkanımız özgürlükler abidesi mi, herkesin eşit hakkı olduğunu ortaya koyan mı?”

Siz o hak varken ne yaptınız? Randevu verdiğin gazeteci oraya gelip hükümetin çalışmaları ya da memleketin meseleleri ile ilgili soru sormak yerine patronunun ödemesi gereken borcu öteletmeye gelirse ona nasıl güvenirsiniz?

- “Milletin a...na koyacağız” diyenlere nasıl güveniyor?

Başta söyledim, holografik bir evrende yaşıyoruz. Bir çürüme varsa her yerde var. Bunu ısrarla söylüyorum. Sen nasıl gelirsen gel, bu sistem seni bir gün mutlaka kendine dönüştürüyor. Herkes birbirinin kopyası. Problem burada ve bu çıkmazdan kurtulmak için havadan, sudan çok daha önemli bir meselemiz var: Yepyeni sivil bir anayasa. Yoksa bunların hepsi devam edip gidecek. “Milletin a’sı” diyenler de, demeyip de öyle yapanlar da sürecek. Çünkü IŞİD’den Erdoğan’a, PKK’sine şikâyet edilen ne varsa, hepsi fert fert hak kavramına riayet edilmemesinin sonucu.

 

'Altına edip üstüne oturan çocuk gibiyiz'

- Tweetiniz şöyle: “Samimi söylüyorum: Aydın Doğan olsam kırık camın önüne koyacağım ilk adam Taha Akyol olur. Yıllardır bana yanlış yaptırıyorsun, diye.” Medyanın her ‘taraf’ta pespaye olduğu fikrindesiniz. Taha Akyol’un da başkasının da, herkesin tutumu eleştirilir, o ayrı. Fakat bu tweet, kibarca “Taha Akyol kovulsun!” değil mi?

Evet ama niye? Muhalif yazdığı için mi hayır! Yazar sıfatı ile olmaması gereken sokağa girdiği için. Yazar iş takibi yapamaz! Kalemi de kelamı da kirletirsiniz. İçimi en çok acıtan hadisedir. Bir tek örneğimiz olsa, bir ilkeyi ihlalden cezalandırdığımız, yok. ABD’li şampiyon atlet Jessie Owens’ı anlatan bir film izlemiştim, Owens’a çaresizlikten ödeyemediği vergi borcu yüzünden hapis kararı veren yargıç: “Siz gözardı edemeyeceğim kadar göz önündesiniz, örnek olsun diye bu kararı verdim” diyordu. Bu arkadaşlar gözardı edemeyeceğimiz kadar göz önündeler!

- Yanıtınız üzerine aynı yazıişleri masasında çalıştığınız kimi meslektaşlarınızdan duysanız: “Ahmet, televizyon ekranlarından ‘atılması gereken gazeteciler’ listesi açıklayanlardan farkın olmasın mı?”

Önceki cevabımı okuyup da farkı görmeyecek olan varsa hiç konuşmayalım zaten. Ben bir siyasi duruşun değil, mesleki ilke ihlalinin cezalandırılmasından bahsediyorum. Basın, mesleki ilkesizliğin cezasını kendisi vermezse, kendi ipini kendisi çekmezse, biri bin bahaneyle gelir o cezayı keser, ipi çeker. Batı basını ile farkımız bu. Muhasebeyi gazete binasındaki bürodan ibaret görüyoruz. Kendimizi hesaba çekmeye, kendi biletimizi kesmeye yanaşmıyoruz. Kendi ilkesizliğimizin üstüne yatıyor, utanmadan siyasetin ilkesizliğini dilimize doluyoruz. Altına edip üstüne oturan çocuk gibiyiz. Soruyorum; hükümet adına racon kesip televizyondan kovulacaklar listesi yayımlayan gazeteci ile patronu adına racon kesip başbakan, bakan, bürokrat baskılayan gazeteci arasında ahlaki bir fark var mı? Burada fark gören varsa yine hiç konuşmayalım!

BİTTİ

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları