Ayakta ölen ağaç: ZEKİ ALASYA

10 Mayıs 2015 Pazar

Zeki Alasya’yı daha dün gibi “Küçük Ağa” dizisinde canlandırdığı ve diziye inanılmaz can kattığı dede (“Urfalı Mehmet Ağa”) tiplemesiyle dinamik, dipdiri ve dimdik zihnimizde yaşatırken şimdi ölüm haberiyle sarsılmış durumdayız.
Ne söylenebilir?.. “Ağaçlar ayakta ölür” demekten başka!

“Küçük Ağa” final yapalı henüz iki ay olmadı. Kanal D’de 2014’te yayına girmiş dizi, yeni reyting ölçüm sistemi karşısında epey bir süre bocalayan kanalın bu sistem içinde ilk zirveye oturan yapımıydı. Bunda her yaştan, her kuşaktan, her kesimden, her kültürden, her yaşam biçiminden insanımıza hitap eden Zeki Alasya’nın büyük katkı payı olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Orada izlediğimiz Zeki Alasya’nın şimdi aramızdan ayrılmış olmasına inanmak kolay değil. Nitekim dizinin merkezi karakterini canlandıran çocuk oyuncu Emir Berke Zincidi’nin annesi, oğlunun Twitter hesabı üzerinden, bir yandan başsağlığı mesajı atmak isteyenleri uyarmakta, diğer yandan da bu ani, beklenmedik ve inanması zor ölümü oğluna nasıl haber vereceğine dair acı acı yakınmaktaydı önceki gün…

Anne haklı. Emir Berke’nin hikâyedeki en yakın dostu, adeta akranı, hatta kendisinden de “çocuk” bir dede karakterini canlandırmış rol arkadaşının öldüğünü ona nasıl anlatsın?!

Zeki Alasya yaşlanmadan, ihtiyar olmadan, hiç kurumamış gür bir çınar olarak bu dünyadan ayrıldı.

O ve Metin Akpınar, tiyatrodan sinemaya Cumhuriyet tarihimizin şimdiye kadarki kesitinde en büyük iz bırakmış “komik-ikili”dir.

Komik ikili olmak kolay değil. Bir denge, bir kıvam, bir kimya tutturmak ve bunu uzun bir zamana yaymak büyük maharet ister.

Ama tabii bir komik ikiliye hayat verme ve onu kalıcı kılma yolunda en önemli nokta, zıtlıkların buluşmasını sağlayabilmektir. Bu coğrafyada folk ve popüler kültürümüzün en eski örneklerinden Karagöz-Hacivat’a, Kavuklu ile Pişekâr’a, dünyada “Lorel-Hardi”den “Yavru ile Katip”e kadar böyle olduğunu görüyoruz: Bir yanda avam, dobra dobra ve içtenlikli Karagöz, öbür yanda elit, hesaplı, içten pazarlıklı Hacivat; sıska Lorel, şişko Hardi; safsalak Yavru, kurnaz Kâtip…

Ve işte daha çocuksu, şapşal ama şirin tiplemelerle Zeki ve daha uyanık, hin, anasının gözü tiplemelerle Metin…

Onların bu şekilde komik-ikili olarak birlikte performans sergiledikleri 1960’lardan 90’lara kadar devam etmiş dönem, benim ahir ömrümün de baharının geçtiği yıllara karşılık gelir. Aynı kuşaktan pek çokları gibi benim de hayatımda hayli kalıcı, hatta “yapıcı” iz bırakmış ikilidir Zeki-Metin. Çocukluğumu da ilk gençliğimi de onlar şenlendirdi.

Ama asıl etkileri, 12 Eylül 1980 darbesinin kâbus havasının dağılması yolunda olmuştur. Darbe sonrasının alacakaranlık ortamında Devekuşu Kabare bünyesindeki çalışmalarıyla (“Yasaklar” özellikle altı çizilerek kaydedilmeli) onlar bir yudum nefes gibiydi bu ülkeye.

Hayatımda daha özel bir etkileri de Londra’da 1980’lerin sonu ve 90’ların başında akademik çalışmalarımı sürdürerek geçirdiğim altı yıllık dönemde oldu. Türkiye’ye dair her özlem patlamasını, onların unutulmaz, artık birer klasik olmuş oyunlarını o dönemin meşhur VHS videokasetlerinden izleyerek dindirirdik. Memleket hasretine ilaç olmuş o kasetler, hâlâ hayat arşivimin en müstesna yerinde durmakta.
Tabii, Metin Akpınar’ınki mutlaka ki en acısı… Varlığının yarısını kaybetti o.
Ben ise kendi halimce mazimin önemli ve değerli bir parçasını kaybetmiş hissediyorum!..



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları