Örsan K. Öymen

Dış politikadaki kısırdöngü

08 Temmuz 2019 Pazartesi

Türkiye aylardır belediye seçimlerine bağlı iç politika tartışmalarıyla çalkalanırken, dış politika alanında da büyük sorunlarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor.
Aslında iç politika ile dış politika alanındaki gelişmeleri birbirinden ayırmak olanaklı değil. İç politikadaki durum dış politikadaki durumu da etkiliyor. Anayasada ifade bulan demokratik, laik, sosyal, hukuk devletini inşa edemeyen bir ülke, dış politika alanında da etkili bir konuma ulaşamıyor, demokrasi, laiklik, sosyal adalet ve hukuk devleti alanlarında daha ileride olan ülkeler üzerinde etkinlik kurmak olanaksız hale geliyor.
Rusya’dan S-400 savunma sistemlerinin satın alınmasına bağlı olarak ABD ile yaşanan gerginlik, Doğu Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arama çalışmalarına bağlı olarak Avrupa Birliği, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Mısır ve İsrail ile yaşanan anlaşmazlık, Suriye ve Mısır ile diplomatik ilişkilerin tamamıyla ortadan kalkmış olması, İsrail ile diplomatik ilişkilerin dibe vurmuş olması, Yunanistan ile “gri alan” olarak tanımlanan Ege’deki tartışmalı adacıkların statüsü konusundaki anlaşmazlık, Avrupa Birliği üyeliği konusundaki umutların tamamıyla tükenmiş olması, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli dış politika sorunları arasında sayılabilir.
Türkiye’nin dünyadaki bu yalnızlığının sorumlularından birisi kuşkusuz ki AKP iktidarının ortaya koyduğu yanlış politikalardır. Ulusal bir bilinçle değil, ümmetçi bir bilinçle ortaya konan dış politika, Türkiye’yi dünyanın en demokratik ülkelerinin yer aldığı ortaklıkların dışına itmiştir.
Bu süreçte elbette Avrupa Birliği’nin de büyük bir sorumluluğu vardır. AKP iktidara gelmeden önce de Türkiye’yi Avrupa Birliği sürecinden dışlayan, 1970’lerde ve 1980’lerde İspanya’ya ve Yunanistan’a, 1990’larda Polonya’ya, Bulgaristan’a, Romanya’ya ve Macaristan’a uygulamadığı ölçütleri Türkiye’ye uygulayan Avrupa Birliği, Türkiye’nin AB sürecinin dışında kalmasında, en az Türkiye’yi yöneten hükümetler kadar sorumludur.
Ancak bu durum, Türkiye’deki hükümetlerin sorumluluğu tek başına “dış güçlere” yüklemesini haklı çıkarmaz. Türkiye, kendi üzerine düşen kültürel, bilimsel, siyasal, sosyal ve ekonomik sorumlulukları yerine getirmiş olsaydı, Avrupa Birliği’nin elindeki tüm kozları ve bahaneleri elinden almış olacaktı ve AB’nin karşısına bir üye adayı olarak çok daha güçlü bir biçimde çıkmış olacaktı.
Emperyalizm elbette dünya siyasetinin bir gerçeğidir. Ancak, kültürel, bilimsel, sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan daha gelişmiş olan ülkelerdeki belli başlı hükümetler, bu güçlerini suiistimal ederek başka ülkeler üzerinde hegemonya kurmaya çalıştıkları anda, buna en iyi yanıt, yine, kültürel, bilimsel, sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmişlik seviyesiyle verilir. Bir yandan anayasadaki demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkesini bertaraf edip İslamcı ve ümmetçi bir iç ve dış politika izleyerek, bir yandan da “dünya beşten büyüktür” diyerek, emperyalizme karşı mücadele verilmez. Emperyalizme karşı mücadele etmenin tek yolu vardır, o da Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi, çağdaş uygarlık seviyesini yakalamaktır.
4 bini aşkın imam hatip okuluyla, 10 bini aşkın Kuran kursuyla, zorunlu din dersiyle, “4+4+4” adlı ucube eğitim sistemiyle, 80’i aşkın ilahiyat fakültesiyle, devletin içindeki dinci ve cemaatçi kadrolaşmayla, din üzerinden siyasi söylem geliştirmekle, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşılamaz.
20. yüzyılda yaşamış olan Fransız filozof Jean-Paul Sartre, insanın kendisine ait eylem ve seçimlerinden kaynaklanan sorumlulukları dış etkenlerin ve nedenlerin üzerine atma alışkanlığını, kötü imanla ilişkilendirmişti. Kötü iman aynı zamanda, kişinin kendi özgürlük alanının bilincinde olmaması ve sorumluluktan kaçmasıdır. Türkiye, medyasıyla, akademisiyle, iş dünyasıyla, bürokrasisiyle, siyasetiyle kötü imandan kurtulmadıkça, ne iç politikada ne de dış politikada karşı karşıya olduğu sorunlardan kurtulamaz.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Erdoğan, Hamas ve CHP 22 Nisan 2024
İsrail-İran savaşı 15 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları