Olaylar Ve Görüşler

Kışlalı’yı anarken...

22 Ekim 2015 Perşembe

Bombalı saldırı sonucu 21 Ekim 1999’da yaşamını yitiren gazetemiz yazarı ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı, katledilişinin 16. yıldönümünde saygı ve özlemle anıyoruz.

 

O’nsuzluğun 16. yılında, 1997 yılının Ocak ayında Sivas’ta katıldığımız Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy’u anma toplantısını anımsadım.
Toplumsal barışı yaşayabilmemiz ve Türkiye’nin çağdaş bir ülke olabilmesi için, demokratik, laik Cumhuriyetin ve sosyal hukuk devletinin ne denli önemli olduğunu, Kemalizmin geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğü olduğunu anlatmıştık...
Etnik yapı, inanç ve mezhep temelinde yapılan siyaset anlayışının ulusal yapımızı yaralayacağını, kamplaşmaya ve toplumsal ayrışmaya neden olacağını söylemiştik. Bu siyaset anlayışının teröre ve şiddete ortam hazırladığını, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta yaşadığımız acıları anımsatmıştık...
Bu acıların bir daha yaşanmaması, toplum olarak barış içinde kardeşçe ve insanca bir ulus olarak hep birlikte yaşayabilmemiz için Uğur Mumcu’nun, Muammer Aksoy’un ve ‘ON’larca aydınımızın bizleri uyandırmaya ve aydınlatmaya çalışırken öldürüldükleri gerçeğini dile getirmiştik. Bir başka aydınımızın, gazetecimizin, bilim insanımızın, bir tane bile yurttaşımızın öldürülmemesini dilemiştik...
Bu cinayetlerin bir daha yaşanmaması için katillerin ve katilleri azmettirenlerin bulunması gerektiğini söylemiştik...
Ne acı ki 2.5 yıl sonra çağdaş Türkiye’nin düşmanları maşalarını Ahmet Taner Kışlalı’ya yönelttiler. O günden bugüne 16 yıl geçti. Maşaların birkaçı yakalandı, yarım yamalak yargılandı, çoğu serbest bırakıldı. Maşaları gönderenler ise her zaman olduğu gibi meçhulde kaldı. Tıpkı, bugün yaşadıklarımız gibi...
Yokluğunun, yokluklarının üzerinden geçen yıllarda yitirdiklerimiz çoğaldı. 10 Ekim’de 102 barış güvercini daha uçtu ‘ON’lara doğru. Dilerim, son olurlar.
Ama biliyorum ki dilemekle değil, ‘ON’lar gibi olmakla, halkımızı bilgilendirmeye, bilinçlendirmeye, aydınlatmaya çalışmakla son bulacak bu toplumsal kutuplaşmalar, çatışmalar, ölümler, katliamlar...
Ahmet Taner Kışlalı’lar yazdıklarıyla, anlattıklarıyla ve düşünceleriyle yaşamaya devam ediyorlar, bizlere ışık oluyorlar. ‘ON’ların ışıkları, çağdaş Türkiye’nin yolunu aydınlatmaya devam ediyor...
Yeter ki ışıklarının gösterdiği yolda bir araya gelip, omuz omuza yürüyebilelim.
Gerçek bir Cumhuriyet aydını olan Ahmet Taner Kışlalı’yı özlemle ve saygıyla anıyorum.

TEVFİK KIZGINKAYA CHP Ankara İl Başkan Yrd.

 

-

 

Barışa katlanmak mı?

 

Barış ve demokrasi kavramlarının birbirlerinden ayrılamaz bir bütünü oluşturduğu düşünülür. Bir yönetim biçimi olarak demokrasinin barışa giden bir yol olabileceği doğrudur.

Aslında barışa giden yolun mutlak anlamda demokrasiden geçmesi gerektiği ve bu iki kavramın birbirlerinden ayrılamazcasına, adeta birbirlerinin varlık nedeni oldukları yolundaki düşünce tartışmalıdır. Yaşanan toplumsal koşullar göz önünde bulundurulduğunda oldukça akademik ve sofistik böyle bir tartışmanın yeri şimdilik burası değildir.

Barış üzerine
Barış kavramı, bazı başka kavramlarda da olduğu gibi savaş kavramıyla bir “kavram çifti” oluşturur. Yani barışı anlamak için ilkin savaşı anlamak gerekir.
Kavramsal çözümlemeler ve ayrıntılar bir yana, savaş, birbirlerine karşıt “iki taraf”ın varlığını öngörür.
Dolayısıyla barışın da söz konusu iki tarafın olmadığı bir durum olduğu söylenebilir. Bu bağlamda barışın, gerçekleşebilmesi için sürekli çaba harcanmasını gerektiren bir özelliğe sahip olduğu söylenebilir.
Söz konusu “çaba” kendisini, bir biçimde, birlikte yaşayan insanların birbirlerine karşılıklı olarak “katlanma (tahammül)” talep etmesi biçiminde gösterir.
Bu, barışın, kişiler- arası yüz yüze ilişkilerde (örneğin, o kişiyi/kişileri nedeni ne olursa olsun “sevmesek” de) etik olmayan biçimsel ama önemli bir koşuludur.
Hukuk açısından bakıldığında, bunun anlamı, o toplumda birlikte yaşayan kişiler kim olurlarsa olsunlar, “katlanma” ile ilgisinde onların temel insan haklarına biçimsel düzeyde “saygı” gösterilmesi gerekliliği olarak dile getirilebilir. Böyle bir “saygı” biçimsel olduğu için gözetilip kollanmaya ihtiyaç duyar. Bu da devletin görevidir.
Barışın gerçekleşebilmesinin sürekli bir “çaba”ya ihtiyaç gösterdiğinden söz ettik. Bu çabanın bir başka ayağı, demokrasiyle bağlantılıdır: Bilindiği gibi demokrasi “eşitlik” ilkesi ya da ideali üzerinde yapılanır. Yani bir başka deyişle, demokraside “eşitlik” gerçekleştirilmesi gereken ve aynı zamanda verilen bir sözdür.

Demokrasiye gelince
Bu sözün nerede, nelerle ve nasıl yerine getirileceği politikanın işidir. Böyle bakıldığında eşitliğin, bir bakıma iki tarafın olmadığı bir durumla bağlantısı da kurulmuş olmaktadır.
Siyasal partilerin programları retoriksel ve hâmâsi söylemler yerine bu durumun/durumların nasıl yaratılacağına ilişkin somut metinler olmalıdırlar.
Demokrasi, biçimsel olarak değil, ama o toplumda ve kültürde yaşayan kişileri gerçekten, insan olarak eşitlemek ideali ve hedefi üzerine kurulu, bunu isteyen bir yönetim biçimidir. Bu bakımdan demokrasi zorlu, gerçekçi, dosdoğru, tavizsiz ve cesaret isteyen bir politik süreci gerektirir.
Ancak dünya varlıklarının dünyanın sonunu hazırlar biçimde acımasızca paylaşıldığı ve küreselleşmeden daha çok sermaye ve piyasa düzeninin küreselleşmesinin anlaşıldığı, adına “küreselleşme (globalleşme)” çağı denen günümüzde bu olanaklı mıdır?
Bu soru şunun için sorulmalıdır: Demokrasinin “eşitlik” ilkesi üzerine kurulacak olan toplumsal politikalar ve harcanacak “çaba”ların amacına ulaşabilmesi, sadece dünyanın ölçüsüzce tüketilmeye devam eden varlıklarının eşitçe paylaşımına değil, acaba yokluklarının da eşitçe paylaşımına izin verecek midir?
Daha açık soralım: Sermayeyi ellerinde bulunduran dev dünya şirketlerinden hangisi/hangileri eşitliği yeterince sağlamak adına “kâr” ilkesinden olabildiğince vazgeçebilecek ve dünya çapında var olan toplumsal gerilimlerin en azından yumuşamasına, böylece de hep bir özlem olarak kalan barışa katkı sağlayabilecektir?
Demokrasi yoluyla biçimsel de olsa “Barış” adına bir şeylere katlanmanın, asgari düzeyde “insan olma bilinci”ni gerekli kıldığını unutmayalım.  

Prof. Dr. İSMAİL H. DEMİRDÖVEN Hacettepe Üniversitesi



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları