Mustafa Balbay
Mustafa Balbay mustafabalbay35@gmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

78'liler.../ 12

05 Ekim 2008 Pazar

68-78'lerin 2008 ilkbaharında Ankara'da düzenlediği toplantıya katılanların büyük bir bölümü 18 yaş kuşağındandı.

 

‘İlgisiz değiliz, bilgisiziz’

Televizyonda yayımlanan 1950’lerden 70’lere yakın geçmişi anlatan Hatırla Sevgili dizisinin etkisiyle yeni kuşaklar, Deniz Gezmiş’leri tanıdı. İlgili gençler genellikle şunları söylüyorlar, “Bilmediğimiz bir dönemle ilgili ilk kez görsel bir şeylerle tanışıyoruz... Hangi kitapları okuyacağımızı da kestiremiyoruz... Bulunduğumuz ortam bizi geleceğimizi ülke dışında aramaya itiyor.”

2008, sonu sıfırla biten her yıldönümü için olduğu gibi 68 ve 78’liler için önemli bir yıl...

68’in 40, 78’in 30’uncu yıldönümü...

Demek ki aradan kuşaklar geçmiş...

2008’in ilkbaharı, kuşaklararası yıldönümü açısından ilginç görüntülere sahne oldu. 1950’lerden 70’lere yakın geçmişi anlatan Hatırla Sevgili dizisinin de etkisiyle yeni kuşaklar, Deniz Gezmiş’leri tanıdı.

Ankara’da 2008’in ilkbaharında bir toplantı planlandı. 68-78 kuşağı geniş katılımlı bir toplantı öngördü. Geniş derken, sonraki kuşakların da katılabileceği bir buluşma...

Duyuruyu da geniş tuttular, başkentin her kuşaktan hanesi haberdar oldu... Beklentileri şuydu:

Toplantıya gelenlerin yaş ortalaması 50 olur...

Bir baktılar ki, salonda ağırlık 18 yaş kuşağından... Özellikle televizyon dizilerindeki yakın tarih anlatımı gençleri etkilemişti. Gelenlerin çoğu dizilerin etkisiyle sorular yöneltiyordu. Tabii, yakın tarihle ilgili ne kadar bilgi sahibi oldukları da sordukları sorulardan ortaya çıkıyordu!

Deniz Gezmiş’in mezarı başındaki anma toplantısının da katılımcıları arasında çok sayıda genç vardı...

78 kuşağının üzerinden geçen 12 Eylül silindiri etkisini 90’lı yıllara kadar sürdürdü. Yeri geldikçe vurguladığımız gibi 1983’te parlamentonun yeniden açılması her şeyi çözmedi. Tam tersine parlamento yelpazesi 12 Eylül yapısının özellikle hukuksal ve toplumsal alanda devam etmesinden yana tavır koydu.

12 Eylül anayasasına göre geçmişteki siyasi partilerde aktif görev alanlar 10 yıl siyasal yasaklıydı. 1986’da dönemin iktidarı referandum yapmak durumunda kaldı. Siyasal yasaklar kalksın mı kalkmasın mı?

Dönemin ANAP iktidarı “Hayır, kalkmasın” yönünde oy kullanmayı önerdi ve “No No” tişörtleri bastırdı!

80’li yılların durumunu ortaya koyması bakımından bir örnek verelim:

Yer Bilimleri Fakültesi’nde okuyan öğrencilerin zaman zaman arazi çalışması yapması gerekiyordu. Adı üstünde yer bilimleri. Üniversite yönetiminin, bu öğrenciler eğitim için açık araziye ya da dağlık bir bölüme gidecekleri zaman mülki amirden izin almaları gerekiyordu.

Bu iznin verilmediği günler oldu.

Neden?

Gençler dağa çıkacak, olur mu?

Yine o günlerde diş hekimliği fakültesi öğrencilerinin yaptığı bir espri vardı:

“Bugünlerde en zor meslek bizimki. Çünkü kimse ağzını açmıyor!”80’li yılların bu sinik döneminin ardından 90’lı yıllarda üniversiteler bir ölçüde kıpırdadı. 1997 yılıydı... ODTÜ’den İlhan Selçuk’a konferans daveti geldi. İlhan Abi kabul etti. Konferans sabahı önce gazetenin Ankara Bürosu’na geldi. Benim odada yarı dalgın dışarı bakarken sormadan edemedim:

- Abi neden daldınız?

“Yılları sayıyorum” dedi; “18 yıl sonra beni ODTÜ’den çağırıyorlar... En son 1979’da gelmiştim...”

‘Anarşist damgası yemeden aktif olsak’

2000’li yıllarda gençliğin bir yandan bilgi çağının bütün nimetlerini kullandığını bir yandan da geçmişe oranlar Türkiye ile ilgilenenlerin sayısının arttığını görüyoruz. Üniversite gençleriyle diyaloğum fena sayılmaz... Ankara’da özel-devlet, konferans için gitmediğim üniversite yok gibi... Üniversitelerden randevu isteyenler olduğunda da çoğunlukla yanıtsız bırakmam...

Bilkent ve Gazi Üniversitesi’nden bir grup öğrenci gelmişti... Sözü biri alıp biri bırakıyor. İçleri kıpır kıpır, bir şeyler yapmak istiyorlar. Üzerinde birleştikleri konu şuydu:

“Biz gençlerle öncelikle yurtseverlik etrafında buluşabiliriz...”

Bunu nasıl yapacaklardı? Biri kafasındaki formülü şöyle açıkladı:

“Anarşist damgası yemeden aktif olsak diyorum... Hani sokaktaki insan bize baktığında, bunlara memleket emanet edilir, demeli... Aksi halde halkın desteğini kazanmadan yapılabilecek hiçbir şey yok...”

Oranını elbette söyleyemem ama, genç kuşaklar içinde böyle bir damar var...

Aktif gençler arasında adı Taylan, Ulaş olanlarla karşılaşıyorum. Yanıtı bildiğim halde, “Adın nereden geliyor” diye sorduğumda, çoğunluk babasıyla ilgili bir şeyler anlatıyor.

Gençler bugün Türkiye’nin genel sorunlarına, ülkenin geleceğine karşı ilgisiz mi?

Bu tür saptamalar genellikle “ilgili” olanlara söylenir. Örneğin, ciddi konuşmacıların olduğu bir toplantıda salonun dörtte biri doludur. Konuşmacılar gelenlere yüklenir:

“Ülke sorunlarına karşı ilgisizliğiniz...”

Oysa onlar ilgili olanlar... Gençlerden de bu tür durumlarda sık sık şu tür iletiler alıyorum:

“Biz ülke sorunlarına karşı ilgisiz değil, bilgisiziz... Son dönemde televizyonlardaki bir iki dizinin ilgi çekmesinin nedeni bu. Bilmediğimiz bir dönemle ilgili ilk kez görsel bir şeylerle tanışıyoruz... Hangi kitapları okuyacağımızı da kestiremiyoruz... Bulunduğumuz ortam bizi geleceğimizi ülke dışında aramaya itiyor. Anne babalarımız bile evladım, yurtdışında bir olanak bulursan git. Mümkünse de dönme, diyor...”

Bir ülke için en büyük tehlike, gençlerinin geleceği ülkesinin dışında aramasıdır. 78 kuşağı her şeyiyle ama her şeyiyle kendisini bu ülke için feda etti. Kafasında başka bir düşünce yoktu... Yurtdışına kaçmak zorunda kalanların çoğuna yaşam, özellikle bu yüzden zor geldi.



1978 yılında Erzurum’da olmak!

Mustafa Balbay’ın “78’in 30. yılındayız, eylül ayında yazılarımın büyük bölümünü 78’lilere ayıracağım” sözleri ile 35 yıl öncesine döndüm.

İçinde yaşarken, bir kuşak olduğumuzun farkında değildik. Kuşak olarak adımız bile 20 yıl sonra kondu. 78’liler.

Evet, ben de bir 78’liyim.

1973 yılı eylül ayında üniversiteye kayıt olmak için Erzurum’a gittiğimde 16 yaşındaydım. Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Kültür Teknik ve Makine Bölümü’ne kayıt oldum. Kent merkezinde bulunan Kızılay öğrenci yurdunda yer buldum ve yerleştim. Bir odada 16 kişi. Değişik yerlerden gelen, her açıdan birbirinden farklı 16 kişi.

Evlerimizden ilk defa ayrılmışız. Biraz ürkek, biraz şaşkınız. Ama kendi başımıza olmanın getirdiği özgürlük sarhoşuyuz.

İlk adımda aynı kentlerden gelenler ve aynı fakültede olanlar bir araya geldi. Ben de, İzmir, Bandırma, Uşak ve Denizli’den gelen arkadaşlarla bir araya geldim. Altı kişilik bir grup olduk. O yılların modası ile saçlarımız uzundu ve kot pantolon giyiyorduk.

16-17 yaşın getirdiği neşe, coşku ve heyecan içinde okul, pastane, kahvehane ve yurt dörtgeninde üniversite yaşamımıza başlamıştık.

Kent içinde halkın, öğrenci halimize ve hareketlerimize karşı herhangi bir tepkisi veya baskısı yoktu. Fakülte içinde ise, özellikle 350 kişilik sınıfımızda öğrenciler arasında sınıf arkadaşlığının getirdiği doğal ilişkiler yaşanmaktaydı. Okul kantininde Denizlili arkadaşımızın gitarı ile çaldığı Özay Gönlüm türküleri, Cem Karaca şarkıları bile anlayışla karşılanıyordu. Ramazan ayında kantinde çay içmemiz bile esprili bir şekilde görmezlikten geliniyor ve herhangi bir müdahale yapılmıyordu. Saçımızın uzunluğu, giydiğimiz kot pantolon ve söylediğimiz şarkılar bizi solcu yapmıştı. Bu dönemi en iyi anlatan olay ise, 1974 yılının eylül ayında yaptığımız boykottur. Sınıfı geçebilmemiz için tüm derslerden geçmemiz gerekiyordu. Sınıfın çoğunluğu ise, bir veya iki dersten kalmıştı. İlk boykotu tüm sınıf olarak yaptık. Sonuçta bir dersten kalanlara sınıf geçme hakkı tanındı ve ikinci sınıfa geçtik. Bu boykota siyasi bir kimlik verilmedi. Tüm sınıf olarak bu boykotu gerçekleştirdik.

Kısaca, Erzurum’da öğrencilik yaşamımız keyifli ve mutlu bir şekilde sürmekte idi. Bir arkadaşımız hariç, ilk yılın sonunda yeniden sınava girerek başka bir üniversiteye gitmeyi bile denemedik. İlk iki yılımız bu ilişkiler içerisinde geçti. Üniversite içinde sol ve sağ olarak tanımlanan gruplar vardı. Ancak fakülte içinde özellikle de sınıfımız içinde önemli bir olay yaşanmamıştı. 1975 yılında, milliyetçi cephe hükümetinin kurulması ile önce üniversite içinde ardından da kent içinde bir siyasi baskı havası oluşmaya başladı. Türkiye’de oluşan sol-sağ, devrimci-ülkücü, komünist-faşist ayrışması ve artan siyasi gerginlik, Erzurum’da sağ adına tek taraflı büyük bir baskı halini almıştı. Okula gidişlerimiz, derslere ve sınavlara girmemiz zorlaşmıştı. Artık kent içinde gruplar halinde gezebiliyorduk. Yolda yürürken, herhangi bir kişinin “bu komünist” demesi, etrafta bulunanların ellerindeki paketi bırakıp size saldırması için yeterli bir işaretti.

Cumhuriyet gazetesi ve Gırgır dergisi taşımak veya okumak, hatta satın almak komünist ve solcu olmak için yeterli bir sebepti. Ramazan ayında oruç tutmamak veya tutmadığını belli etmek büyük bir günahtı ve “cezalandırılma” nedeni idi.

Bu koşullarda bile bazı küçük oyunlar oynardık. Ortaya attığımız “ODTÜ’den iki otobüs devrimci gelecek” sözleri, bir gün için bile olsa kentte biraz rahat olmamızı sağlardı.

En sevdiğimiz televizyon programı, “Kaçak Dr. Kimble” dizisi idi. Galiba, yakalanmama temasında kendimizi görüyorduk.

Yaşamla dalga mı geçiyorduk, yaşama mı tutunuyorduk? Bu sorunun yanıtını bugün bile veremiyorum.

1977 yılının başında siyasi baskı ve şiddet boyut değiştirmişti.

Gittikçe artan bu baskı ve şiddet, siyasi teröre dönüşmüş ve bizlerin Erzurum’da bulunma nedeni olan üniversite öğrenimine devam etme olanağını ortadan kaldırmıştı.

11 Ocak 1977’de Ziraat Fakültesi öğrencisi Ahmet Şeker,

15 Haziran 1977’de Fen Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Orhan Yavuz,

20 Mart 1978’de de Ziraat Fakültesi öğrencisi Mahmut Yıldırım öldürüldü.

Erzurum’da bir çeşit sürek avı yaşanıyordu. Komünist avı. Artık bir tek amacımız vardı, canımızı korumak.

Mahmut Yıldırım’ın cenaze töreninin ardından 15 gün yurtta mahsur kaldık. Yapacak fazla bir şey yoktu ve Erzurum’u terk etmeye karar verdik. Böylece beş yıl süren Erzurum’daki “üniversite öğrenimimiz” sona ermiş oldu.

(Tevfik Kızgınkaya )



Döv ve tahrik- ‘Cop’oğrafya Fakültesi


Önce hemen başlığı açalım:

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin (DTCF) öğrenci gençliğini anlatmak için Türkçenin anlatım gücünden de yararlanarak değiştirim yaptık...

Fakülte, Ankara’nın göbeğinde, devlet kurumlarının dibinde, Sıhhıye’nin berisinde, Kızılay’ın az ötesinde... Bu yanıyla, siyaset kurumlarından devlet kurumlarına herkesin hedefinde. Tarihi boyunca böyle oldu...

Yıl 1947. DTCF’nin öğretim üyeleri bulundukları kürsülerin öğrencilerle ve toplumla kaynaşmasını da hedefleyerek çeşitli yayın organları çıkardılar. Kültürden, çağdaşlaşmadan söz ettikleri için de adları kısa sürede “solcuya” çıktı. Saldırılara uğradılar... Kimdi onlar?

Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran...

1948’de bu öğretim üyeleri ne yazık ki çok sevdikleri kürsülerinden atıldılar. Boratav, Berkes yurtdışına gitti. Dünyaca ünlü bilim insanları oldular...

DTCF’ye yönelik saldırı sonraki yıllarda da devam etti. 50’lerin, 60’ların Ankara olaylarının merkezi bir yanıyla Cebeci’de ise Kızılay, Sıhhıye ekseninde DTCF de önemli hedefler arasındaydı. Enver Gökçe, DTCF’ye yönelik faşist saldırıların şiirini yazmadan edememişti.

DTCF, 1990’lardaki gençlik hareketlerinin de çok konuşulan merkezlerinden biri oldu. 1995’te tüm üniversitelerde gençlerin katılımıyla Ankara’da planlanmak istenen parasız eğitim toplantıları, coplarla karşılandı. DTCF’deki gençlerin üzerine gaz bombasından tazyikli suya kadar her şeyle gidildi. O günlerde karşılaştıkları sorunları gazeteyle paylaşmak isteyen gençler Ankara Büromuza gelirdi. Zaman ayırır dinlerdim onları. Her şeyden önce derslerinin iyi olması gerektiğini, en yurtsever insanın işini en iyi yapan insan olduğunu söylerdim. Onlar da derslerinin fena olmadığını anlatır, fakülteye yönelik saldırılardan yakınırlardı. Kentin merkezinde 6-7 bin öğrencinin bir arada olduğu DTCF’de gençler, Siyasal Bilgiler Fakültesi’yle birlikte ortak “parasız eğitim” eylemleri yapınca, bir de bu istemlerini TBMM Genel Kurul Salonu’nda bir pankartla dile getirince soluğu cezaevinde aldılar. 1996’dan itibaren bu gençlerin davası uzun süre konuşuldu. Onlara “kalemli çete” dendi.

Dava sürecinde birçoğuyla tanıştım... Özgür Tüfekçi, Ahmet Aşgın Doğan, Bülent Karakaş...

Geçenlerde Özgür Tüfekçi gazeteye geldi, arkadaşlarını sordum, bir bir anlattı...

Bülent Karakaş’ı tanıdığımda, DTCF Leh Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisiydi. Davalarda o da yargılandı, bir süre cezaevinde kaldı. Tahliye edildi...

Davasının kesinleşmesine kısa süre kala yurtdışına kaçmış. Bir süre Almanya’daki mülteci kamplarında kalmış... Mülteciliği kabul edilmiş, kamptan çıkmış. Almanya’ya her geleni ille de evinde ağırlamak istiyormuş. Arada bir Yunanistan’a gelip, Ege kıyısından Türkiye tarafına bakıp ağlıyormuş...
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Asgari ortalama ücret! 12 Aralık 2024
Atatürk bakışı gerek 11 Aralık 2024

Günün Köşe Yazıları