İzlenebilecek bir film arayışında TV kanallarında gezinirken Güney Afrikalı-Avusturyalı romancı John Maxwell Coetzee’nin aynı adlı romanından sinemaya aktarılmış “Barbarları Beklerken”e rastladım.
Kitabı okuduğumu anımsıyorum. Fakat filmi izlerken aklımda konunun sadece en kalın çizgilerinin kalmış olduğunu gördüm. Demek ki hem onu tekrar hem de Coetzee’nin çok sözü edilen Utanç adlı romanını, elbette başka yapıtlarını da okumak gerekiyor.
Ataları XVII. yüzyılda Güney Afrika’ya göçen ilk Hollandalılar olan Coetzee, romancılığının yanı sıra deneme yazarı, sanatsal yaratı konusunda profesör titri olan bir akademisyen, çevirmen ve sivil hak savunucusu bir eylem adamı.
Birçok uluslararası ödülün yanı sıra 2003 Nobel Ödülü sahibi.
***
Romanın (filmin) konusu bir çöl coğrafyasında geçiyor.
Barbar olarak nitelenenler bu coğrafyada yaşayan göçebe bir halk.
Onları barbar ve düşman olarak niteleyenler ise adı konmamış istilacı bir imparatorluğun oradaki temsilcileri.
İmparatorluğun da göçebe halkın da adı belli değil. Zaten gereği de yok.
Çünkü konu, her yere, her şeye, bütün zamanlara uyarlanabilecek ezen ve ezilen ikilemidir.
Bir yanda acımasız, zalim, kimileri gerçekten sadist egemenler...
Öte yanda mazlum, örgütsüz bir kitle...
***
Filmdeki sadistleri, örneğin polis şefi albayı izlerken sadizmin (sadistin) psikolojisini düşündüm.
Bu adamın yaptığı kötülüklerin ne kadarı samimi inancıyla, ne kadarı kendi uğursuz, kötü kişiliğiyle ilgilidir?
Bu soruyu bir başka soru izleyecektir: Samimiyet ve kötülük bir arada olabilir mi?
Ne yazık ki evet...
IŞİD canavarlarının çoğu, Nazi ordusu subay ve askerlerinin belki hepsi değilse de birçoğu, yaptıkları kötülüklerin doğru bir amaç için olduğuna kendilerini her halde inandırmışlardı.
Burada daha büyük ve acıtıcı bir soruyla karşılaşıyoruz:
İnsan yaradılışındaki bu kötüye yatkınlık nereden geliyor?
IŞİD ve benzerleri örneğini belki cehaletin kör gücüyle açıklayabiliriz.
Fakat örneğin Svetlana Aleksiyeviç’in Savaşın Kadınsı Olmayan Yüzü adlı belgesel yapıtındaki hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği vahşet sahnelerini, bunu yapan insanın içinde zaten var olan kötülükten başka ne ile açıklayacağız?
***
Coetzee biyografilerinde yazarın Dostoyevski’nin yaratıcılığıyla yakınlığından söz ediliyor. Bu konuda bir genelleme yapabilecek kadar, en azından Coetzee’yi tanımıyorum. Fakat Barbarları Beklerken’deki sadist albayın benzerlerini ve çeşitlerini Ölü Bir Evden Anılar’da görebiliyoruz. Dostoyevski’nin özellikle bu romanı sadistlik ve sadistin psikolojisi bakımından gerçekten öğreticidir.
***
Söz konusu filmi izlerken ülkemizde, günümüzde olanları düşünmemek de elde değildi.
İşkence sadece fiziksel olarak vücuda yapılan değildir. Ortada henüz iddianame yokken suçlananları aylardır cezaevinde tutmak, sonuçta da alay edercesine binlerce sayfalık iddianamelerle insanları yıllarca özgürlüğünden yoksun kılmak tehdidiyle karşı karşıya bırakmak, böylece onlarla birlikte ailelerini, yakınlarını da yasaya olduğu kadar vicdana aykırı gerekçelerle cezalandırmak da işkence suçu sayılmak gerekir.
Sadece, siyasal öç alma, göz dağı verme davası olduğu apaçık görülen İBB davasından ve benzerlerinden söz etmiyorum.
Ülkemizde bu gün örgüt üyeliği vb. suçlamalarla kuyu tipi denen zindanlarda kimileri yıllardır ölüme terk edilmiş insanların sayısını bilen var mı?
Dünyada acaba bu kadar keyfi, tartışmalı tutuklama, bir o kadar da mahkûmiyet kararı verilen, demokrasiyle yönetildiği iddiasında bir başka ülke var mıdır?
Filmdeki dürüst, vicdan sahibi yargıcın, sonucunu göze alarak ve gerçekten de bedelini ağır biçimde ödediği, işkencecilerin yüzüne korkusuzca söylediği sözlerdeki gibi barbar (suçlu, düşman) olanlar işkence gören masum insanlar değil, onlara işkence edenlerdir.
Vicdanların artık yeter diye haykırdığı bir noktadayız.
Bu sesi duymamak ve bildiğini okumaya devam etmek, artık heyecanını yaşayamaz olduğumuz yeni bir yıl öncesinde hem ülkeye hem insanlarına hem de bunu yapanların kendi insanlıklarına yapılabilecekken büyük kötülüktür.